Pages

27 Kasım 2014 Perşembe

27 Kasim 2014, Sukran Gunu ve Elmali Turtalar


Can'lar:

Bugun burada gecirdigimiz 11.  sukran gunu olmali. Gecen sene bu zamanlarda Turkiye'deydik ve dolayisiyla bu kutlamayi yapmamistik.

Bugun ABD'de din, irk, milliyet farketmeksizin hemen hemen herkesin kutladigi birgun. Bu nedenle daha bir birlestirici ozellige sahip. Bugunu genelde insanlar aileleriyle birlikte, neredeyse tum gun yemek ve amerikan futboluyla ve sonrasinda -artik bugun de 6 pm'den sonra da baslamaya basladi ya- ozellikle cuma sabahlari erken saatlerde baslayan indirimlerden faydalanmak icin alisverise cikmakla kutluyorlar. Buradaki yasamimizin bir parcasi olarak ben de bundan sonra bugunu ozel kutlayip sizlerin de sukran gunu anilarinizi olusturmak istiyorum. Ancak bu sene istisna.

Bu sene istisna ancak ben yine de tatil olusunu firsat bilerek ve sizleri de bahane ederek bugun hindi degil ama elmali turtalar pisirdim. Elmali turtalar pisirdim cunku elmali turtalarin yeri benim icin apayridir. Elmali turta kokusu beni kucuklugume goturur her zaman. Kucuklugumde anneannemlerin alt katinda oturdugumuz zamanlara, anneannemin gunlerinin ikramlarina... Elmali turta demek ev sicakligi, aile sicakligi demektir benim icin. Bu sicakligi hissedin diye farkediyorum ki ne zaman tatil olsa ve ben ne zaman evde olsam elmali turta pisiriyorum. Farkediyorum ki sizler de seviyorsunuz. Firindan cikar cikmaz bugun Selim de Kerem de ikiser elmali turtayi yediler bile... Ibrahim eline aldi dolastirdi mincikladi, biraz da agzina atti. Bugunku elmali turtalarin bir kismi sukran gubu bahanesiyle de komsulara gitti.

Bir de evdeyken hep ya kurabiye, ya kek gibi seyler yapmamin nedeni benim kucukken annesi evde olup da bunlari pisiren arkadaslarima icten ice cok ozenmemdir belki de. Annem bir calismasini, iki saglikli besinler olmamasini bahane ederek misafir gelecegi zamanlar disinda pek yapmazdi boyle seyleri. Bense cocuk olarak hep isterdim ki annem evde olsun, ve evi kek kokulariyla donatsin... Ha bir de benim annem eve cikolata da sokmazdi pek... O yuzden babaannemin Izmir'den bize gelislerini dort gozle beklerdim. Cunku babaannem her gelisinde gazete kagidina sarili cikolata, gofret getirirdi bana.

Iste burada bugunku elmali turta, ve yaninda eslik eden pogacalarimiz, afiyet olsun, sizlerin sukran gunleriniz hep mutlu  olsun!

Opuldunuz,

Anneniz



27 Kasim 2014 tarihli mektup-Sumuklu'den ogluslarina, Virginia, ABD

Canlarim Selim, Kerem, ve Ibrahim,

Siz bu blogu okumaya basladiginizda belki de ozellikle son zamanlarda yazilarima ara vermis oldugumu farkedeksiniz. Dogrudur.


Bu sene, 2013'un sonlarindan itibaren 2014 yili cok da kolay olmadi bizim icin. Bir yandan buyuk kararlar alip, Boston'dan Turkiye'ye tasinmak gibi, bir yandan da bu kararlarimizi sorguladigimiz zamanlar oldu bu yil. Bu kararlarimizi sorgularken, ne yapalim, nasil yapalim diye dusunurken, e bir yandan hayat da devam ederken bloguma yazmak cok da kolay olmadi benim icin.
Blog yazilarimda genel bakis acim, cok zorlu sureclerden gecsek de bunu cok da fazla hissettirmeme, bunu yazarak kalici hale getirmeme yonunde. Bu nedenledir ara verisim.


Buyuk kararlar dedim, degil mi? Evet, tasinmak duzenini, isini, evini degistirmek ve hatta bir sehirden digerine degil, kitalar arasi yapmak bunu, babaniz ve bana cok kolaymis gibi gorunse de (tamam, babaniz ve anneniz biraz su -restless souls- dedikleri, huzursuz ruhlar, yerinde duramayan, kasinan tipler) hic de kolay birsey degil.


Kolay birsey olmadigini biz bu sene cok daha iyi anladik. Anlamamizin nedenlerinden biri yasimiz. Artik 20'li yaslarda olmadigimiz gibi 30'lu yaslarin basinda da degiliz. Yani tasinmak hem fiziksel hem de kariyer-is degisikligi acisindan yasin da getirdigi zorunlu olgunlukla zor!  Bir diger neden ise sizlerin sorumluluklarini sizzler buyudukce bizim daha iyi anlamamiz. Yani onumuzde dusunmemiz gereken cocuklarimiz var, sizzler varsiniz. Buyuk kararlar sizin duzeninizi, okulunuzu, yasadiginiz yeri, evi, mekani, alistiginiz arkadaslarinizi degistirmemiz anlamina de geliyor ve sizing kucuk omuzlariniza belki de farkinda olmadan ne kadar cok yuk yukledigimizi dusunerek uzuluyoruz. Hos, Ibrahim sen bu degisiklikleri anlamayacak kadar kucuksun ancak Selim 3. sinifta ve simdiden uc okul degistirdi, seneye dorduncu okulunda olacak, -evet, yine tasinacagiz Hazirn 2015'te-. Keremcigim sen Kindergarten okuyorsun simdi ve okul oncesi okulun, bu seneki okulun darken birinci sinifa gectiginde senin de ucuncu okulun olmus olacak. Hos, simdilik bu degisikliklerden olumsuz bir sekilde etkilendiginiz izlenimini almiyorum ama dusununce size bir anne olarak "zor olmali' diyorum. Sadece bir anne olarak da degil, kendi kucuklugumu dusununce de zor olmali diyorum cunku ben universiteye gidinceye dek, yani 17 yasima kadar dogdugum yerden baska bir sehre tasinmamis, birakin baska bir sehri sadece ayni sehir icinde bir evden digerine tasinmis, evet bunu da bir kere yapmis bir anne-babanin cocuguyum. Ne ilkokulda ne ortaokul -lisede okul degistirmek zorunda kaldim. Hep ayni ortamlarda, ayni arkadaslarla yola devam ettim. Bu nedenle size dusununce acaba size haksizlik mi yapiyoruz diye dusunmuyor degilim. Umarim oyle degildir, ve umarim siz bu satirlari okuyup, anlayabilecek olgunlukta birer delikanli oldugunuzda "aman, bosuna uzulmussun annecigim" dersiniz. Ama  ben yine de kuruntulaniyor, endiseleniyorum.


Gerci bir yandan bakinca benim buyudugum sistemle sizin su anda gittiginiz okul sistemi arasinda farkliliklar var ve inaniyorum ki bu farkliliklar belki de degisikliklere alismanizi kolaylastiriyor. Ornegin, ayni okulda kalacak olsaniz dahi buradaki sistemde her sene siniflariniz, sinif arkadaslariniz degisiyor. Bence bu cok guzel, yeni arkadasliklar kurmak size cok zor olmuyor. Oysa benim icin hep zor olmustur, yeni insanlarla tanismak, yeni ortamlara girebilmek. Inaniyorum ki bu durum buyudugunuzde size olumlu bir sekilde katkida bulunacak, bana kiyasla cok daha sosyal olacaksiniz belki de.


Bu degisiklikler inanin ben ve babaniz icin de kolay degil. Islerimiz degisti, kariyer yollarimiz farklilasti ve bu degisiklikler bize bir yandan katki saglamasina karsin, kariyerlerimizdeki belirsizliklikler artti. Is konusu ayri,  evimizde dahi gocebe havasi var. Cogu zaman ne yerlesmek, ne susleyip puslemek geliyor evimizi icimden. Oysa ki ev dedigin icinde yasama istegi barindirmali degil mi? Bizimki oyle degil, esyalarimizin cogu su anda paketlerde, her gittigimiz yerde biraktigimiz esyalar, biraktigimiz anilar var. Dekorasyon ise benim icin cok da icerigi olmayan bir kelime sadece ve ben bu durumdan hic de memnun degilim.


Ama hep olumlu seylere odaklanmak, yasanmisliklardan ders almak, ancak hicbir zaman pisman olmamak en guzeli diye dusunuyorum. Umarim sizler de bunu yapabilirsiniz yasaminizda.


Olumlu seyler, bu seneki Turkiye'de cocuklu yasam ve is deneyimimiz, ABD'ye dondugumuzde hala iyi bir is bulabilmemiz, Selim'in Turkce okuyup yazmayi, Kerem'in de Turkcesini iyilestirebilmesi bu arada, Ibrahim'in cok kismetli olmasi ve Ibrahim vesilesiyle dunyalar iyisi Fatma Teyze'mizle tanismamiz -ki iyi bir bakiciya denk gelmek cok zormus-, dondugumuz Virginia'da guzel bir okul sistemi olmasi, Selim ve Kerem, sizlerle gurur duyuyorum bunca degisiklige karsin duzgun bir okul hayatiniz var, ve tum bunlar bir yana en onemlisi ucunuz de saglikli, cocuk gibi cocuklarsiniz....


Bugun burada "sukran gunu" ayrica, tum olumsuzlar bir yana Amerikalilarin dedigi gibi "we should count our blessings!", yani elimizde olan tum guzellikleri fark edip onlar icin tesekkur etmeliyiz. Oyle de yapalim....


Umarim sikilmadan okuyabilmissinizdir size bu mektubumu, gecen zaman zarfinda niye yazamadigim gibi kisa bir sorunun, uzunca bir cevabi oldu bu yazim.


Hersey bir yana, tum bu yasadiklarimizi, degisiklikleri unutabilirsiniz belki, ama hicbir zaman unutmayin ki anneniz sizleri cok ama cok seviyor!


Anneniz, Sumuklu...


Yeni bir format

Gecenlerde Selim'i onun bebeklik albumunun arkasina yazdigim bir yaziyi okurken buldum. Okudu, ve geldi bana sarildi. Ne guzel yazmissin annecigim, beni cok seviyormussun diyerek. Ne yazdigimi tam hatirlamiyorum ama beni takdir ettigini farkettim. Sonra dusundum ki belki Birgun sadece Selim degil Kerem ve Ibrahim de yazdiklarimi okurlar ve yazdiklarim guzel bir ani, tavsiye, annelerinin gozunden dunya, iliskiler, yasanmislik ve ya da yasanamamislik olur. Bu nedenle hem daha duzenli yazmaya hem de yazilarimi onlara hitab edercesine, onlarla konusur, dertlesircesine yazmaya karar verdim. Kisaca sumuklu gunlukleri'nde bir format degisikligi yapmaya calisacagim. Umarim bu sekilde yazmayi basarir, bir gun cocuklarim okudugunda onlarin kalplerine dokunabilirim. 
Bu amacla blogun Adini da mi degistirsem diyorum cocuklarima mektuplAr gibi. Hos, gunlukler de bir sekilde yansitiyor icerigini blogun. 
Hadi bakalim baslayalim! 

4 Ekim 2014 Cumartesi

Bugunlerde yolculugum

Farkindayim, blogum yine eski depression diaries gunlerine dondu, hani sanki dokuz yil oncesine... Ruh halim sanki aradan dokuz yil gecmemiscesine, sanki arada yasananlar yasanmamiscasina... 
Hal boyle olunca ne kadar zorlasam da kendimi baska seyler yazamiyorum. Cunku tek dert ortagim blogum... O da tek tarafli, beni anlayamasa da dinliyor, dinlerken elestirmiyor, dinlerken anlamamazliktan gelmiyor, dinlerken kizmiyor, bagirmiyor... En cok ihtiyacim olan da bu... 
Kendimi zorlayarak yasiyorum bugunlerde. Belki kimse farkinda degil ama kendimi Zorlayarak yataktan kalkiyorum, kendimi zorlayarak cocuklarla  ilgileniyorum, kendimi zorlayarak ise gidiyorum. Bir sekilde kendimi zorlayarak gunu geciriyorum ama gunun sonunda kendimi zorladigim da belli oluyor. Hep birseyler eksik kaliyor, yapilmiyor, ve belki de kalplerimiz kiriliyor gunun sonunda. Ertesi gun yine ayni zorlama rutine basliyorum. Bilmiyorum ne zamana kadar dayanacagim? 
Bu yolculugun Sonunda hissediyorum ki birseyler degisecek, ne degisecek, ne yonde, bunlari bilmiyorum iste... 

13 Eylül 2014 Cumartesi

Yaşamak, zor zanaat...

Akl-I Sümüklü devir aldığından beri daha iyiyim sanki. Ağlama nöbetlerim geçti sayılır. Bunda babamın burada oluşunun da çok büyük payı var elbette. Yanımızda olması yalnızlık hissimi geçici de olsa bastırıyor. 
Hoş bu his, herşeyi ve herkesi ardımda bırakıp melekler şehri'ne gittiğimde, hatta gitmek için yola çıktığımda yine benimle olacak ama belki de yolculuk, yapacağım sunum, yoğunluk derken fazla hissetmem belki de, ya da wishful thinking dediklerinden benimki, hissetmemeliyim...
Coelho'nun "adultery" sine başladım dün.  Coelho'yu İngilizce okumayı daha çok seviyorum. Romanın baş karakterinin hissettikleri benimkilerle öyle aynı ki, ilerlemeye korkuyorum sanki kitapta. Bazen duygularım beni korkutuyor... 
Akl-I Sümüklü nün devralması iyi oldu. Zira o kadar çok şey var ki yapmam gereken... Hele de iş konusunda... Şu ana kadar minimum Zorunluluklarımı yerine getiriyordum, ancak bu şekilde gitmesi çok zor işlerin, kendimi aşıp babam da buradayken hızlı bir çalışma temposuna  girmem lazım. Kim demiş hayat kolay diye, yaşamak zor zanaat vesselam!
Şimdi kitabıma kaldığım yerden devam ediyorum, işler için yarınım var dolu dolu... 

9 Eylül 2014 Salı

Manik-depresif

Merhaba! Ben sümüklüböcek'in aklı, tekrar devreye giriyorum. 
Kendisi fazlasıyla kalbine ve duygularına yenik düşüyor, bu nedenle üzülüyor, hastalanıyor vs. Kontrolü ele geçirme zamanı geldi de geçiyor bile!
Sümüklü! Titre ve kendine gel! :)))
İşin var, çoluğun var çocuğun var, paran var pulun var ne diye depresyon bilmemne ayakları atıyorsun? 
Yıllar önce, üniversite ikinci sınıfta annene sızlandığında, dertlendiğinde, aldığın cevabı düşün: şımarma! Hep bu şımarıklık, duygusal tek çocuk tripleri yüzünden bu yaşadıkların ve saçmalama! Evet kocanın dediği gibi "saçmalama!" 

Saçmalama lüksün, şımarma lüksün yok senin! Sen Çelikten yaratılmışsın çünkü! Anılar, duygular, hüzünler parçalayamaz seni! Onların sende yeri bile yokken bir tutturmuşsun hüzündür, üzüntüdür, yaşayamadıklarındır, sevgidir, şudur, budur....

Kendine gel, ben devralıyorum seni! İşlerin var yapman gereken, öğrencilerin var, araştırmaların var, başvuruların var, çocukların var ilgi bekleyen - tamam bazen ben de inanamıyorum sana ama hem de üç tane ilgi bekleyen çocuk var!-evin var, yine her daim senden pekçok şey bekleyen kocan var!

Sen yoksun Sümüklü! Tamam mı? Sen yoksun! Duygular yok! Hüzünler, istekler, özlemler, yaşanmamışlık zırvaları yok! Kalbin yok! 
Yok et onları! Sil, at, parçala, ez, ne yaparsan yap işte!

Aklın var, ben varım ve seni devralıyorum!

*******
Sümüklü'nün iç sesi: şimdilik seni dinliyor görünebilirim sevgili akıl, ama sana asla teslim olmayacağım, bunu da böyle bilesin! 


4 Eylül 2014 Perşembe

Aklıma gelmişken...

Mevlana'nın sözüydü zannedersem, ya da popüler kültürün araştırmadan Mevlana'ya atfettiklerinden belki, sözün özü  "gam, keder ve hüzün insanın gerçekleşemeyeceğini bildiği halde gerçekleşmesini istediği şeylerden kaynaklanır" diye birşeydi. 
Benim de öyle aslında... Hani "yapamayacaksın diye birşey yok" derler ya hepsi palavra, var elbette... Insanı sınırlandıran o kadar çok sorumluluk, zorunluluk var ki... Bunları yıkıp, atıp, bunlardan sıyrılıp asıl istediğine ulaşmak hiç de öyle "istersen yaparsın" gibi birşey değil işte... 
Sonunda gam, keder ve hüzün kalıyor işte...

Ben kendi halimle dertlenirken akıp giden hayat...

İçsel gel-gitler yaşarken ben, hayat devam ediyor. 
Selim ve Kerem buradaki okullarına, yaşamlarına çoktan uyum sağladılar bile. Küçük ve ilgili bir okula gidiyorlar. Taşınma sürecinde örneğin öğle yemeği hazırlayamamış, bu nedenle bisküvi terzi birşeyler tıkıştırmıştım çantalarına. Onları okula bıraktıktan sonra kendi okuluma gidip tam derse girecektim ki telefonum çaldı, çocukların Okulundan arıyorlardı ve öğle yemeği ile ilgili aradıklarını, Selim ve Kerem'in getirdikleri öğle yemeğinin -yani bisküvilerin- hiç uygun bir öğle yemeği olmadığını, çocukların o gün için okuldaki yemeklerden yiyeceğini ve bir daha bana böyle şeyler - yani bisküviler- göndermemem gerektiği konusunda bir nutuk çektiler. Acelem de olduğu için "ok" deyip kapattım ama bu telefon kendimi "kötü anne(!)" olarak hissetmem için yetti de arttı bile... Velhasıl bu kadar ilgili oldukları için sevinsem mi -Boston'da böyle okuldan yemek için telefonla hiç aranmamıştım çünkü-, "çocuklarının ne yadiğiyle ilgilenmeyen anne" tabirine mazhar olduğum için üzülsem mi bilemedim ve "good morning class" diyerek kendimi amfiye attım!
Hayat devam ediyor, "unutulmasın" listesine birşeyler eklemek için yazmaya başlamıştım ben aslında.. O da Selim'le Kerem'in okula bir Amerikan klasiği olan "school bus" yani okul otobüsüyle gitmeğe başlamaları oldu. Selim uzun zamandır istiyordu okul otobüsünü kullanmak, ancak Boston'dayken evimiz okula yürüme mesafesinde olduğu ve ben okula yürüyerek ya da bisikletle giden çocukların daha başarılı olduklarına dair bir araştırma okumuş olduğum için okul otobüsü fikrine pek sıcak bakmıyordum. Ancak burada zorunlu kaldığımız için okul otobüsü kullanmaya başladılar. Kerem de daha ilk seneden okul otobüsü olayıyla tanışmış oldu :) 
İşte ilk okul otobüsü kullanma günlerinde Selim ve Kerem:
Bu arada bu iş büyük rahatlıkmış, durağı da çok yakın olduğu için çocuklar kendileri evden çıkıp kendileri eve geliyorlar. Yani okul arabası yalnızca onlar için değil, bizim için de güzel oldu!

3 Eylül 2014 Çarşamba

Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde...

Kendime bilinçli bir yaklaşım yapınca Ruh sağlığı mı, fiziksel sağlık mı önceliklidir sorusunu cevaplayabiliyorum: ruh sağlığım önce geliyor. Ne zaman bunalmış, depresyonda hissetsem hemen birkaç gün içinde fiziksel de hasta oluyorum. Depresyona bağlı savunma sistemim de çöküyor ve grip vs gibi enfeksiyona yakalanıyorum. 
Yine depresyonda hissediyorum birkaç gündür yine ona boğaz ağrısıyla başlayan bir grip eşlik ediyor. Hani geldi mi hepsi bir arada gelir cinsinden. Bir de bunlara benim için bir klasik olan, uyandığımda beni hayatımı sorgulamaya yönlendiren, hep ama hep aynı kişiyi gördüğüm rüya da eklenince değmeyin keyfime! 
Keyif demişken böyle anlata bir de şarkı eşlik eder, benimki de "kimse bilmez", ben sözlerini yazayım, melodisi okuyandan olsun:

BULUT GEÇTİ
GÖZYAŞLARI KALDI ÇİMENDE
GÜL RENGİ ŞARAP
İÇİLMEZ Mİ BÖYLE GÜNDE
SEHER YELİ
ESER,YIRTAR ETEĞİNİ GÜLÜN
GÜLE BAKTIKÇA
ÇIRPINIR YÜREĞİ BÜLBÜLÜN

BU YILDIZLI GÖKLER
NE ZAMAN BAŞLADI DÖNMEYE?
KİMSE BİLMEZ,KİMSE BİLMEZ…



2 Eylül 2014 Salı

Bugünler de geçecek

Söz vermeyeceğim; yok, daha doğrusu yapamayacağım sözler vermeyeceğim ki blog yazmak bunlardan biri oldu. 
Sonradan, ah neydi o günler (!), diye gülerek anacağımızı ümit ettiğim günler yaşıyoruz. 
Boston'dan taşındık, Güneybatı Virginia 'da biryerlerde, hiç görmeden kiraladığımız evimize geçinceye dek, bir otel odasında ikamet etmekteyiz. Çocuklar bu odadan okula gidiyorlar, bu odada yemeklerini yiyip ödevlerini yapıyorlar. Bu odadan ilkokulun ilk basamağı olan Kindergarten'a başladı  Kerem, bu odada yeni yeni adım atma çabalarında olan bebiş oğluşun yürümesi muhtemelen bir-iki hafta daha geriledi. 
Bu odadan ben yeni başladığım işe , Seb de 220 km ötedeki yine yeni işine gidip geliyor. İşin ilginci bu bir senelik olduğunu bildiğimiz maceraya gönüllü çıktık biz, kimse zorlamadı... O yüzden şimdilik yorucu olsa da, memnuniyetsiz olabileceğimiz konular olsa da şikayet yok. Hele hele yaz günü cıvıldaşıp dondurma almaya koşacak çocukların cansıZ bedenleri dondurma dolaplarında yatarken şikayete hiç yüzüm yok. 
Hayat kar altında kalan bahar diyordu ya bir şarkıda, bugünlerde sıklıkla öyle hissediyorum ben de: Hayat kar altında kalan bahar...


Hüzün, terketmeyen sevdam benim...

Kafka, Milena'ya mektuplarda şöyle der: "Ama üzüntü demek: gece gündüz, uykuda olsun, uyanık olsun, vücuduna saplanmış bir oku taşımak demek. Çekilir şey değil bu."
Ben buradaki "üzüntü" kelimesini "hüzün"le değiştiriyorum, gerisi tamamen aynı. "Bu çekilir şey değil" demiş Kafka, ben çekiyorum, hatta çekmek demek yanlış olur, Hüznü hep bir ruh ikizim gibi benimsiyorum, "embrace" diye güzel bir kelime vardır İngilizce'de, -12 yıldır İngilizce konuşulan bir memlekette yaşayınca insan ne kadar doğru bulmasam da İngilizce de düşünmeye başlıyor- hüznü embrace ediyorum :)
Bir zamanlar yazmıştım buraya: 
"Hüzün, terketmeyen sevdam benim" diye, 
Hüzün, terketmeyen sevdam benim
Ruh ikizim, can yoldaşım
En mutlu olduğumu hissettiğim anlarımda omzuma elini koyup bana gülümseyen, varlığını bir an olsun bile unutturmayan gerçeğim. 
Hüzün, beni gerçekten seven tek aşkım!

24 Temmuz 2014 Perşembe

Sümüklü ve blog yazma mücadelesi

Eyyy okuyucu, (eyyy ruh, geldiysen 3 kere vur tadında okunması gerekiyor :-)),
Bilmem farkında mısın ama 2005 yılından beri sürdürüyorum - ya da sürdürmeye çalışıyorum, naçizane- blog yazma maceramı. Ancak bu 9 yıl- evet, dile kolay 9 yıl!- içinde çok gel-gitlerim oldu. Yazdım, ara verdim, tekrar başladım, tamam kapatıyorum dedim, ama olmadı, içimdeki -her ne kadar her zaman yazamasam da- yazma isteğine ve çokça da daha önceki yazılarda belirttiğim gibi "çocuklarıma bir anı kalsın" dileğine bir türlü engel olmadım.
Yazdım, buraya yazamadığım zamanlarda hep kafamın içinde biryerlere yazdım blog yazılarımı. İte-kaka götürmeye çalışıyorum işte bu gemiyi.
Ama üzücü ki yaz-a-madıklarım yazıp paylaştıklarımdan o kadar fazla ki! Ne zaman silkinip üstümden atacağım bu ölü toprağını bilemiyorum. Ama bir şekilde kıpırdanmalıyım artık...
Neden yazamıyorum diye düşünüyorum: çoğu zaman cevabı yoğunluk oluyor... Oysa bir onbeş dakika yarım saatimi elbette ayırabilirim bu sevdaya, kaldı ki yeniden ABD'ye dönmemizle birlikte yine sosyal yaşam özürlüsü şeklinde devam edecekken hayat.
Zamansızlık bahanelerimin en sonuncusu olmalı öyle değil mi?
Öyleyse, hadi bakalım yine, yeni, yeniden yazmaya!

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Bir not...

Biliyorum aşağıdaki yazımla ve hatta ruh halimle pek uygun olmayacak ama yazmazsam unuturum belki diyerek bir not alayım buraya.

Geçen pazar anneler günü idi ya, ve Selim kendince birşeyler düşündü bugün için, Yapamadı gerçi bir büyük yardımı olmadan yapamayacağı ve baba'nın da belki vakti olmadığı, belki önemsemediği için yardım edemediği için.
Herneyse, geçen hafta okuldan aldığımda, dönerken yolda Selim bana "Sen Elif Şafak'ın hangi kitabını okumadın?" diye sordu.
Şaşırdım bu aniden, hiç konu yokken gelen soruya, şaşırdım ama birkaç saniye sonra anlayarak cevapladım...

Oğlum beni düşünmüş, kendince anneler günü için bir hediye almak istemiş, ve işin güzel yanı ne sevdiğimi bilerek bir soru sormuştu...

Olsun'du, alamasa da düşünmesi ve sorması bile yetti de arttı benim için....

The End.

Gü...


Bu çiçekle başlayacaktım yazıma, "günaydın, mutlu günler, mutlu baharlar olsun!" diye dileklerde bulunacaktım... Bahar, diyecektim, ne gü....

Şu anda yaşadığım pekçok şey gibi yarım kaldı bu da... Soma haberlerini duyunca yarım kaldı... Empati yapmamak acıyı hissetmemek mümkün mü?

Acı yaşamadığımız bir gün yok neredeyse... Emekçi ölümleri, çocuk ölümleri, ahhh o çocuk ölümleri, hepsi yüreğime ince ince atılmış sızılar... Ben duymaya dayanamıyorken, yaşayanlar n'eylesin?

Evimizde televizyon yok, eksikliğini de hissetmiyoruz. Arada radyodan dinliyoruz haberleri. Daha doğrusu dinliyorduk, geçenlerde haberleri dinlerken Selim'in kulaklarını kapattığını gördüğümden beri pek onu da açmıyorum artık.

Selim sordu: "Neden Türkiye'de bu kadar çok kötü şey oluyor" diye... Birşeyler geveledim, tatmin etmediğini bile bile...

Ben de sorayım cevabını alamayacağımı bile bile, yıllardır sorulmakta, yazılmakta, çizilmekte olan soruyu: neden ülkemde insan hayatı sudan ucuz?


Ama benim memleketimde bugün 

İnsan kanı sudan ucuz 
Oysa en güzel emek insanın kendisi 
Kolay mı kan uykularda kalkıp 
Ninniler söylemesi
RUHİ SU




28 Nisan 2014 Pazartesi

Serzeniş (2-3 kaçıncı serzenişim bu blogda?)

Akademik dünyada olanlar bilirler, 30 Nisan doçentlik başvurusu 2014 Nisan dönemiiçin son tarih...
Ben de bakalım olursa diyerek başvuru yapıyorum. Amma velakin Türkiye ve ABD arasındaki bu konudaki farklılıklara kızmadan edemiyorum.
Kızıyorum çünkü ABD'de doktora derecenizi aldıktan sonra en az iki-üç akademik makalenizin doktora tezinden kaliteli bir yayın olarak çıkması beklenir ve hatta teşvik edilirken, Türkiye'de doktora tezinizden yaptığınız yayın, her ne kadar en kaliteli dergilerde basılmış ve tezinizden oldukça farklı bir hal almış olursa olsun, doçentlik başvurusu için yeterli olmuyor. Bu nedenle can'ım, gözbebeğim, ilk evladım tezimden olan makaleleri dosyama koyamıyorum.

Sesleniyorum:
Sevgili ÜAK,
Yukarıda bahsettiğim konuda bir değişiklik yapılması mümkün müdür? Benim için, lütfen???


Haftasonu, Kerem, ve Bebiş Oğluş

Yoğun denilebilecek bir haftasonuydu yine. Haftasonları çalışabilmek diye birşey yok artık sözlüğümde. Ne yapabilirsem hafta içi yapabiliyorum, blog yazmak dahil! Bu nedenle haftaiçi zamanlarımı çok verimli dağıtmak durumda kalıyorum.
Bu haftasonu özeldi, zira oğluşlar, en soldaki arkadaşları H. kızımız ile ilk klasik müzik konser deneyimini yaşadılar bu cumartesi akşamı. Gömleklerimizi giydik, kravatlarımızı taktık ve 23 Nisan dolayısıyla konser salonunun her yaştan çocuğa, evet bebiş oğluş dahil :), açık olmasını fırsat bilerek, gittik konsere. KOnser programı pek çocuklara uygun değildi bence, hani daha çocuklara yönelik eserler seçilebilirdi. Ama zannediyorum program bir de 10 ve 14 yaşlarında değişen genç soloistlere fırsat verilmesi için seçilmişti.

Yine de çocuklar ve bizim için güzel bir deneyim oldu. Aşağıda, sonradan biraz sıkılma emareleri gösterseler de, ilk başta pür dikkat konseri dinleyen/izleyen minişler...


*** *** *** ***
Haftasonu, daha önce okulda yaptıkları caretta'lı kitap ayracını hediye etti Kerem bana. Caretta özel bizim için zira sınıfları Caretta sınıfı. Kerem detaylara çok dikkat eden bir çocuk. Örneğin bu kitap ayracını verirken caretta'yı ne kadar düzgün ve doğru yaptığını anlattı bana. Yaptığı şeyleri - resim, aktivite örneği- de hep gururla gösterir. Kişiliği bu şekilde. Gerçi detaycı olması bazen sorun da olabiliyor. Detaycı ve hatta çok kuralcı da denilebilir. Özellikle bu kuralcılık durumunu nasıl aşabileceğimizi bilemiyorum, çünkü Selim'de böyle birşey yaşamamıştım. Örneğin acil giyinmesi gereken bir durumda önce pantalon giyilmesi gerektiği gibi, bir kural koyduğu için kendine, yanlışlıkla üstünü giydirsem o büyük sorun olabiliryor. Üst çıkarılıyor tekrar önce alttan başlanıyor bu arada vakit geçiyor vs.
Neyse, işte alttaki kaplumbağalı kitap ayracını yapmış benim oğlum ve hediye etti bana, yine gurur duyarak kendisiyle, ne diyelim tipik gururlu aslan burcu işte :)


*** *** *** ***
Hep abilerimi yazıyorsun olmaz ki ama diye sitem eden bebiş oğluş bu da. Artık minik eller ınnn ınnn'lar -bilmeyenler için çeviri: araba- tutar duruma geldi. Abileri taklitler arabalar sürülmeye çalışılıyor.
Bu zamanların bir özelliği de bizim bebiş oğluşun kendini psikolojik açıdan yürümeye hazır zannetmesi... Ellerini tutarak yürütmeye çalıştığımızda öyle bir gidişi var ki sanki bıraksan kendi kendine koşturacakmış gibi. Heey çocuk daha küçüksün fiziksel yeteneklerin yürümeye na-müsait desek de, o engel tanımıyor, çabalıyor :-) 
Abileri yaşlarına yürüyerek girmişlerdi, bakalım bebiş oğluş ne zaman becerecek bu işi? Hoş, önündeki örneklere bakarak daha çabuk yapıyor ya herşeyi bakalım, görelim...


24 Nisan 2014 Perşembe

Güzel Bir Gün

Güzel bir "gün" tanımınızda ne var?

*** *** ***

Güneşli, iç ısıtan ama terletmeyen, hatta arada hafif hafif esen bir bahar havası,

Bahar havasına eşlik eden ağaçlar, kuşlar, karıncalar, böcekler,

Etrafta cıvıldayan, tamam arada hatta mızıldayan çocuklar,

Eşlik eden bir yudum çay, kahve, işin bahanesi abur cuburlar...

Ve ille de, mutlaka, olmazsa olmaz, anı paylaştığınız tatlı dostlar, dostlar...
hani az olup öz olanından...

*** *** ***
İşte dünü mutlu kılan, komşu ODTÜ kampüsünde geçirdiğimiz böyle "güzel bir gün"dü! 

*** *** *** 

17 Nisan 2014 Perşembe

Tembellik hakkı...

Biraz blog, biraz çocuklar, biraz gezmece olsun...
Okunacak sınavlar, ödevler, toplanacak data'lar masamda dursun...
Biraz ağaç, birkaç kedicik, biraz bahar olsun...
Ey insanlar duyun!
Tembellik hakkımı kullanıyorum bugün!






Oğluşlar ve resimleri

Büyümekten mi kaynaklanıyor, ilgi gösterdiklerinden mi bilemiyorum... Bazen evde, bazen okulda öyle güzel çizimlerle geliyorlar ki bu aralar, inanamıyorum. Bizim gibi göçebe evlerde birşey saklamak çok mümkün olmadığı için fotoğraflarını çekiyorum resimlerinin, unutulmasınlar diye.

*** *** ***
Bu Kerem'den, okulda yaptığı kendi portresi. En çok şaşırtan beni kendini koyu renge boyaması... Bunun bir hikayesi var çünkü: ABD'de ike bir gün, bir yerde -zannediyorum doktor ofisiydi- zenci bir bayan Kerem'le çok ilgilenmiş, ama tüm çabasına karşın konuşturamamıştı Kerem'i.Ofisten çıktığımızda neden konuşmadığını sorunca Kerem beni hayretlere düşüren bir cevap vermişti: "Çünkü kahverengi insanları sevmiyorum...." Şaşırdım, zira evde hiçbir zaman böyle bir önyargı aşılamadık çucuklarımıza. Ya okulda böyle birşey duydu, ya da çocuk gözüyle belki de rengi kirli diye düşündü, bilemiyorum. İşte böyle birkonuşmanın üstğnden geçen bir-bir buçuk yılın sonunda Kerem'in kendi portresi...


*** *** *** 
Selim resim dersinde yaptığı kendi portresini getirdi eve. Kendi portresi olduğunu anlamadım önce birresimden bakarak mı yaptındiye sordum. "Hayır" dedi, "kendi portrem, Modigliani stilinde çalıştık", "hmm"dedim, "güzel görünüyor", sonra çaktırmadan kimdir, nedir, nasıldır resimleri, şeklinde araştırdım internetten. Sonuç: Oğlumdan yeni birşey öğrendim... "Ezik" kelimesinden sonra Modigliani'yi öğrenmiş olmam güzel bir gelişme...






11 Nisan 2014 Cuma

Beypazarı demişken...

Beypazarı'nı şöyle uzunca bir yazı halinde yazayım diyordum ki bazen derler ya günahlarım elvermiyor diye, benim de zamanım el vermiyor iki arada bir derede birkaç cümleye ve bir-iki ftoğrafa sıkıştırabildim ancak.
Olsun...

Ama Beypazarı demişken yaz(a)madan geçemeyeceğim bir yemeği var o da Beypazarı güveci... Okuyanlar yanlış anlamasınlar unutmak istemeyişimin nedeni güvecin tadından tuzundan değil, ama bizzat yaşadığım şaşkınlıktan! -Aynı şaşkınlığı yaşayan birçok kişi olabileceğini düşünüyorum, onlardan biriyseniz ne demek istediğimi anlamışsınızdır bile-.

Şimdi, "güveç" deyince aklınıza ne gelir sorusuyla başlayalım isterseniz. Sahi, "güveç" denilince aklınıza ne gelir? Benim aklıma:
1. Güveç kapta- yani taş ocakta pişirilen -ille de taş ocakta pişirilmesi gerekmiyor tabii- toprak kapta yapılan bol sebzeli, kuşbaşı etli, biraz da sulu yemeğin adı. Yani şöyle birşey.
2. Toprak kabın adı, içinde ne pişirilirse pişirilsin: güveçte sarma, güveçte dolma vs. gibi. Bu da böyle birşey.

Ancak Beypazı güveci denilince şunun gibi birşey yiyeceğim iç aklıma gelmemişti. Hani bildiğimiz etli pilav, tek farkı güveçte pişmiş olması. Lezzetli olmasına lezzetliydi ancak beklentim bu olmadığı için şaşırdım gerçekten. Ve hatta tadı babaannemin bayram sabahlarında -Balkan adetidir- pek de güzel yaptığı etli büryanın aynısı!

Velhasıl durum budur! Yolunuz birgün Beypazarı'na düşer de Beypazarı güveci yemek isterseniz, bilin ki yiyeceğiniz şey toprak kapta pişirilmiş etli pilavdır efendim. Nokta.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Ankara'da Haftasonu

Ankara'ya bahar geldi ya, ya da biz öyle hissediyoruz, bizim de bir arkadaşımızın da vesilesiyle Beypazarı'na düştü yolumuz. Yalnızca dokuması ile ünlü olduğunu zannetiğim Beypazarı'nın daha pekçok şeyi ünlüymüş meğer. Restore edilmiş evleri, Selçuklular'dan kalma camileri, Kuru dedikleri -ve açlıktan mıdır bilmem bizim oğlanların pek sevdiği -havuç suyundan daha çok sevdikleri- bir çeşit kurabiyesi, ve hemen hemen herşeyini ürettikleri havucu... Ayrıca Beypazarı Yaşayan Müze'si hem çocuklar, hem bizim için çok eğitici oldu. Bir Ege'li olarak İç Anadolu kültürü'nü de az çok öğrenmiş oldum bu sayede. Güzel ve yorucu bir cumartesi oldu bizim için ama değdi doğrusu...



*** *** ***


Bir -iki yudumluk havuç suyu macerasına katılan Kerem ve Selim'in yarısı :)

*** *** *** 

1221-1225 yıllarında yapılan Alaaddin Camii

Selçuklu cami mimarisini çok beğenirim, kubbe yerine ahşap oymalı tavanlar, cami ortasındaki ahşap sütunlar değme Osmanlı camileri'nden çok daha hoşuma gitmiştir hep.

*** *** ***
Ankara'da ne yazık ki dışarıya çıkmak ve gezmek denilince akla ilk önce bizim burada ismini yeni öğrendiğimiz alışveriş merkezleri -AVM'ler- geliyor. Hükümet politikası mıdır nedir her yer AVM'lerle dolunca insanların bir numaralı aktivitesi AVM gezmek. Bizim de kolayımıza geldi ilk başta, buradaki eksiklerimizi de tamamlamak için pek fider olmuştuk AVM'lere. ANcak farkettim ki ne ben ne de çocuklar zevk alıyoruz bu AVM ziyaretlerinden. Her gidişimizde mızıldayarak ondan bundan isteyen  ve sonunda elbette her istediklerini yapmazsanız , ki biz yapmıyoruz bilinçli olarak, mutsuz olan çocuklarla kocaman bir başağrısı kalıyor elimde. Bu nedenle AVM olayına minimuma indirgedik, bir hedefimiz olmadan gezmek amaçlı AVM'lere girmiyoruz artık. Oysa pek - tamam Boston yeşiliyle kıyaslayınca hiç :)- yeşilliği olmasa da Ankara'da da güzel şeyler bulunabilir yapılabilecek iddiasındayım ben.

Kampüs içi yaşantımızda etrafımızdakileri keşfetmek örneğin daha büyük bir zevk bizim için.


En alt kat komşularımızın bahar güzelliklerinden yararlanan kedisini fotoğraflamak, onu sevip stres atmak, bebiş oğluşun kediye ilk dokunduğundaki yüz ifadesini seyretmek, çocukları parka götürmek, de küçük ama değerli aktiviteler bizim için. 

Bu arada Bebiş oğluşun salıncakla tanıştığını ve çok sevdiğini, bu nedenle havanın güzel olduğu hergün bakıcısı Fatma Teyzesi ile parklara taşındığını söylemeden geçemeyeceğim. 


*** *** ***
Bu arada haftasonu YDS sınavına girdim ben doçentlik başvurusunun bir gereği olarak, sınavın kendisini tartışmayacağım ama neredeyse 11-12 yaşımdan beri İngilizce ağırlıklı kurumlarda okumama ve ABD'den diplomalarım olmasına karşın "İngilizce bildiğimi" teyid etmesi için bu sınava girmek zorunda olmam ayrı bir komedi doğrusu... Neyse, bu da geldi geçti... Yıllar sonra ÖSYM tarafından yapılmış bir sınava girmek de ayrı bir tecrübe oldu benim için :))).

1 Nisan 2014 Salı

Türkiye'deyiz!!!

Yoksa siz hala anlamadınız mı ö'lerden, ç'lerden ve ğ'lerden?
Belki de anladınız ama emin olamadınız?

Öyle ise söyliyeyim, evet Türkiye'deyiz... Neredeyse bebiş doğar doğmaz pılımızı pırtımızı toplayıp, bir çılgınlık yaptık ve düştük yollara...

Herşeyi enine boyuna tartma adetine sahip biz'ler için, hadi ben değil de Mr.Hubby diyelim, çok çılgınca bir durum! Hatta çılgınlığın boyutlarını bir de Ankara'ya(!) geldiğimizi söyleyince daha da iyi anlayabilirsiniz belki... Aileler yok, halamız dışında... Bizim için tamamen yeni bir ülkeye taşınmak gibi bir durum oldu anlayacağınız...

*** *** ***

Bu taslak halinde bir yazıydı, ekleyeyim dedim, sonra bir şekilde devam ederim nasıl olsa...


Bugunlerde

Kerem fena halde takılmış durumda şu Fr0zen, Kar1ar ü1kesi şeklinde Türkçe'ye çevrilen çizgi filme. Önce Let it go şarkısını söylemeye başladı evde. Ne bu, okulda öğrendikleri bir şarkı mı diye düşünürken bir arkadaşım gösterdi ki karlar ülkesinin orijinal şarkısıymış. Sonra Türkçesi'ni merak edince Kerem Türkçesi'ni bulduk, ama pek beğenmedik Türkçe versiyonunu. Bilmeyenlere not, 25'den fazla dil versiyonu var bu şarkının, Oscar ödülü de aldı zannediyorum müzik dalında.
Sonra filmini de izledik, bana göre klasik Disney prenses filmi. Şimdi burada resme uymayan nokta Kerem ve prenses filmi ilgisi... Nedenini anlayamasam da zannediyorum, kızların çoğunlukta olduğu sınıflarında ara ara bu şarkıyı diniliyorlar ve hoşlarına gidiyor hepbirlikte dinledikleri için.

Selim'se gıcık kapmış durumda, "artık let it go duymak istemiyorum" bu evde diye kızıyor bize.- Evet, ben de katıldım bu şarkıyı söylemeye :)- Bebiş oğluş ise her zaman gülümseyerek dinliyor şarkı söyleyen abisini :)

Prenses deyince... Geçtiğimiz Halloween'da (2013 Ekim, Kerem 4 yaşında), buradaki okulları da kutladı cadılar bayramını uluslararası okul olduğu için, Kerem şovalye olmuştu kostüm olarak. Okula gittiğinde görmüş ki sınıflarındaki tüm kızlar (sınıfın 2/3'si bu arada) da prenses olmuşlar. Öğretmenleri de Kerem şovalye olarak prensesleri koruman lazım deyince Kerem kızarak öğretmenine "bir sürü prenses var, hangi birini koruyacağım bunların?" diye cevap vermiş, duyunca çok güldüm realistik oğlum benim :)))

Büyümüş Kerem'e not: Hayır oğlum silmeyeceğim bu yazdıklarımı :)

Yazmalı, unutmamak ve biraz da unutulmamak için...

Nasıl başlamalı?
TR'deki hayatımızdan mı? Bebek oğluşumdan mı bahsetmeli, onun abilerinden biraz farklı başlayan- haileliğimin farklılığından, TR'de olmamızdan ve annesinin gündüzleri onu ne şanslıyız ki onu çok seven bakıcısına bırakmasından dolayı- yaşam serüveninden mi? Her geçen gün büyüyen ama yeni gelen kardeşle arada bir, bazen sıklıkla bebek olmayı seçen ortanca'mdan mı? Yoksa bize hep ilk'leri yaşatan, şimdi düşünüp geriye bakınca "abi"olmadan aslında "abi"olan Selim'imden mi?
Bundan sonra biraz ondan, biraz bundan, biraz hepsinden olacak gibi. Aslında bu yazıdan çok konu çıkar, TR'de yaşam, TR-ABD'de karşılaştırmalı bebek büyütmesi, hamilelik şekeri ile geçirilen hamilelik -diğerlerinde yoktu-, bakıcı bulmak, bakıcıya teslim etmek, ülkelerarası taşınma ve çocuklara etkisi, vs. vs. Hepsine bir şekilde değinmeyi umuyorum fırsat buldukça. Ve umarım çok daha sıklıkla...

Ummaktan öte bu sabah farkettim ki çaba harcamalıyım daha çok yazmak konusunda. Zira asıl konumuz bu, akıp giden hayatta, özellikle çocukların büyüme telaşları arasında kaybettiğimiz, unuttuğumuz anıları hatırlayabilmek bir yazıyla, ve hatta birkaç yazıyla mümkünse. Fotoğraflar orada unutulmuyor ama ya yaşananlar? İlk sözcükler, ilk oyuncaklar, komik hikayeler... Ve hele de birden çok çocuk sahibiyseniz bunları hatırlayamamak çok olası.

Dün Selim bugüne yetişecek bir ödev yapıyordu. Biyografiler üzerinde çalışıyorlar şu anda sınıflarında, özellikle de oto-biyografi yazma konusuna değiniyorlar. Oto biyografilerini yazabilmek için önce birkaç soru üzerinde düşünmeleri için bir ödev vermiş öğretmenleri. Sorular nerede, ne zaman doğdun'la başlayıp, ilk sözcüklerin nelerdi ne zaman söyledin, küçükken en sevdiğin oyuncakların nelerdi, komik bir küçüklük anın'la devam eden cinsten. Ancak sorular üzerinde düşünürken farkettim ki ister istemez unutmuşum bazı şeyleri, ilk sözcüğü neydi örneğin Selim'in? Anne miydi? Anne mi derdi başka birşey mi?

Tam üzülecekken eski yazdıklarım geldi aklıma, Selim'le karıştırdık internetin eski sayfalarını... Eski yazılarıma kısacık -zira zamansız bir vakitti- bir ziyaret yaptık. Ve işte oradaydı bazı şeyler, ne zaman yürüdüğü, anne değil de "enne" dediği, ilk kelimeleriküçükken en sevdiği oyuncakları gibi... Bu yazıların benim hatırlamam faydası yanısıra şimdi Selim büyüyüp de okur-yazar, anıların değerinden anlar hale geldiğinde olan etkisi ise başka bir değer. Sabah bu sayfalarda o kısacık göz gezdirmemizde sevindi, gururlandı, kendisi hakkında bilmediği, benim şimdiye dek anlatmadığım şeyleri görünce pek bir hoşuna gitti. Ve belki daha da büyüyünce benim olaylara nasıl baktığımı görüp beni de daha iyi tanıyacak. Ben bir gün gidince bu dünyadan bu yazılar belki de ayna olacak onlara, kimbilir...

Yaz-a-madığım zamanlara hayıflandım şimdi, en büyük madur da Kerem mi acaba? Şu sıralar çok güzel resimler yapan, abisinin ders zamanlarında abisine engel olmuyorsa eğer boyama kitabıyla meşgul olmayı seven, adını yazmaya, ve şimdiden okumaya çalışmaya pek meraklı olan, hadi sen de dersini yap dediğimizde benimkiler ders değil biz boyama-resim falan yapıyoruz okulda diye cevabı yapıştıran, en büyük sevgisini de kaprislerini de annesine gösteren, benim yanımda olmak istediğini "ben hep seni takip etmak istiyorum" diye belirten" ortancam mı?

Bu arada önemli not, unutulmasın diye :) : Bebek oğluşumuzun alttan ilk dişi göründü geçen hafta, abilerinden farklı olarak alttan geldi İbrahim'in dişleri... Her ne kadar fiziksel olarak benzese de abilerine bağzı şeylere farklı başladık onunla. Dişlerin alttan gelmesi de bu farklılıklardan biri örneğin :) Aynı zamanlarda yaklaşık son bir-iki haftadır emeklemeye de başlayıp, geliştiriyor o da. Gerçi tam emeklemek denemez, emekleme-komando sürünüşü arası birşey. O yüzden çok hızlı ilerleyemiyor, henüzzz. Şu son birkaç gündür de bağırma çıkardı, tiz bir sesle bir çığlık eşlik ediyor mutluluk anlarına. 7 Nisan'da 8. ayını bitirecek bebiş oğlan, umarım yazmak için çok gecikmedim....