Pages

28 Nisan 2014 Pazartesi

Serzeniş (2-3 kaçıncı serzenişim bu blogda?)

Akademik dünyada olanlar bilirler, 30 Nisan doçentlik başvurusu 2014 Nisan dönemiiçin son tarih...
Ben de bakalım olursa diyerek başvuru yapıyorum. Amma velakin Türkiye ve ABD arasındaki bu konudaki farklılıklara kızmadan edemiyorum.
Kızıyorum çünkü ABD'de doktora derecenizi aldıktan sonra en az iki-üç akademik makalenizin doktora tezinden kaliteli bir yayın olarak çıkması beklenir ve hatta teşvik edilirken, Türkiye'de doktora tezinizden yaptığınız yayın, her ne kadar en kaliteli dergilerde basılmış ve tezinizden oldukça farklı bir hal almış olursa olsun, doçentlik başvurusu için yeterli olmuyor. Bu nedenle can'ım, gözbebeğim, ilk evladım tezimden olan makaleleri dosyama koyamıyorum.

Sesleniyorum:
Sevgili ÜAK,
Yukarıda bahsettiğim konuda bir değişiklik yapılması mümkün müdür? Benim için, lütfen???


Haftasonu, Kerem, ve Bebiş Oğluş

Yoğun denilebilecek bir haftasonuydu yine. Haftasonları çalışabilmek diye birşey yok artık sözlüğümde. Ne yapabilirsem hafta içi yapabiliyorum, blog yazmak dahil! Bu nedenle haftaiçi zamanlarımı çok verimli dağıtmak durumda kalıyorum.
Bu haftasonu özeldi, zira oğluşlar, en soldaki arkadaşları H. kızımız ile ilk klasik müzik konser deneyimini yaşadılar bu cumartesi akşamı. Gömleklerimizi giydik, kravatlarımızı taktık ve 23 Nisan dolayısıyla konser salonunun her yaştan çocuğa, evet bebiş oğluş dahil :), açık olmasını fırsat bilerek, gittik konsere. KOnser programı pek çocuklara uygun değildi bence, hani daha çocuklara yönelik eserler seçilebilirdi. Ama zannediyorum program bir de 10 ve 14 yaşlarında değişen genç soloistlere fırsat verilmesi için seçilmişti.

Yine de çocuklar ve bizim için güzel bir deneyim oldu. Aşağıda, sonradan biraz sıkılma emareleri gösterseler de, ilk başta pür dikkat konseri dinleyen/izleyen minişler...


*** *** *** ***
Haftasonu, daha önce okulda yaptıkları caretta'lı kitap ayracını hediye etti Kerem bana. Caretta özel bizim için zira sınıfları Caretta sınıfı. Kerem detaylara çok dikkat eden bir çocuk. Örneğin bu kitap ayracını verirken caretta'yı ne kadar düzgün ve doğru yaptığını anlattı bana. Yaptığı şeyleri - resim, aktivite örneği- de hep gururla gösterir. Kişiliği bu şekilde. Gerçi detaycı olması bazen sorun da olabiliyor. Detaycı ve hatta çok kuralcı da denilebilir. Özellikle bu kuralcılık durumunu nasıl aşabileceğimizi bilemiyorum, çünkü Selim'de böyle birşey yaşamamıştım. Örneğin acil giyinmesi gereken bir durumda önce pantalon giyilmesi gerektiği gibi, bir kural koyduğu için kendine, yanlışlıkla üstünü giydirsem o büyük sorun olabiliryor. Üst çıkarılıyor tekrar önce alttan başlanıyor bu arada vakit geçiyor vs.
Neyse, işte alttaki kaplumbağalı kitap ayracını yapmış benim oğlum ve hediye etti bana, yine gurur duyarak kendisiyle, ne diyelim tipik gururlu aslan burcu işte :)


*** *** *** ***
Hep abilerimi yazıyorsun olmaz ki ama diye sitem eden bebiş oğluş bu da. Artık minik eller ınnn ınnn'lar -bilmeyenler için çeviri: araba- tutar duruma geldi. Abileri taklitler arabalar sürülmeye çalışılıyor.
Bu zamanların bir özelliği de bizim bebiş oğluşun kendini psikolojik açıdan yürümeye hazır zannetmesi... Ellerini tutarak yürütmeye çalıştığımızda öyle bir gidişi var ki sanki bıraksan kendi kendine koşturacakmış gibi. Heey çocuk daha küçüksün fiziksel yeteneklerin yürümeye na-müsait desek de, o engel tanımıyor, çabalıyor :-) 
Abileri yaşlarına yürüyerek girmişlerdi, bakalım bebiş oğluş ne zaman becerecek bu işi? Hoş, önündeki örneklere bakarak daha çabuk yapıyor ya herşeyi bakalım, görelim...


24 Nisan 2014 Perşembe

Güzel Bir Gün

Güzel bir "gün" tanımınızda ne var?

*** *** ***

Güneşli, iç ısıtan ama terletmeyen, hatta arada hafif hafif esen bir bahar havası,

Bahar havasına eşlik eden ağaçlar, kuşlar, karıncalar, böcekler,

Etrafta cıvıldayan, tamam arada hatta mızıldayan çocuklar,

Eşlik eden bir yudum çay, kahve, işin bahanesi abur cuburlar...

Ve ille de, mutlaka, olmazsa olmaz, anı paylaştığınız tatlı dostlar, dostlar...
hani az olup öz olanından...

*** *** ***
İşte dünü mutlu kılan, komşu ODTÜ kampüsünde geçirdiğimiz böyle "güzel bir gün"dü! 

*** *** *** 

17 Nisan 2014 Perşembe

Tembellik hakkı...

Biraz blog, biraz çocuklar, biraz gezmece olsun...
Okunacak sınavlar, ödevler, toplanacak data'lar masamda dursun...
Biraz ağaç, birkaç kedicik, biraz bahar olsun...
Ey insanlar duyun!
Tembellik hakkımı kullanıyorum bugün!






Oğluşlar ve resimleri

Büyümekten mi kaynaklanıyor, ilgi gösterdiklerinden mi bilemiyorum... Bazen evde, bazen okulda öyle güzel çizimlerle geliyorlar ki bu aralar, inanamıyorum. Bizim gibi göçebe evlerde birşey saklamak çok mümkün olmadığı için fotoğraflarını çekiyorum resimlerinin, unutulmasınlar diye.

*** *** ***
Bu Kerem'den, okulda yaptığı kendi portresi. En çok şaşırtan beni kendini koyu renge boyaması... Bunun bir hikayesi var çünkü: ABD'de ike bir gün, bir yerde -zannediyorum doktor ofisiydi- zenci bir bayan Kerem'le çok ilgilenmiş, ama tüm çabasına karşın konuşturamamıştı Kerem'i.Ofisten çıktığımızda neden konuşmadığını sorunca Kerem beni hayretlere düşüren bir cevap vermişti: "Çünkü kahverengi insanları sevmiyorum...." Şaşırdım, zira evde hiçbir zaman böyle bir önyargı aşılamadık çucuklarımıza. Ya okulda böyle birşey duydu, ya da çocuk gözüyle belki de rengi kirli diye düşündü, bilemiyorum. İşte böyle birkonuşmanın üstğnden geçen bir-bir buçuk yılın sonunda Kerem'in kendi portresi...


*** *** *** 
Selim resim dersinde yaptığı kendi portresini getirdi eve. Kendi portresi olduğunu anlamadım önce birresimden bakarak mı yaptındiye sordum. "Hayır" dedi, "kendi portrem, Modigliani stilinde çalıştık", "hmm"dedim, "güzel görünüyor", sonra çaktırmadan kimdir, nedir, nasıldır resimleri, şeklinde araştırdım internetten. Sonuç: Oğlumdan yeni birşey öğrendim... "Ezik" kelimesinden sonra Modigliani'yi öğrenmiş olmam güzel bir gelişme...






11 Nisan 2014 Cuma

Beypazarı demişken...

Beypazarı'nı şöyle uzunca bir yazı halinde yazayım diyordum ki bazen derler ya günahlarım elvermiyor diye, benim de zamanım el vermiyor iki arada bir derede birkaç cümleye ve bir-iki ftoğrafa sıkıştırabildim ancak.
Olsun...

Ama Beypazarı demişken yaz(a)madan geçemeyeceğim bir yemeği var o da Beypazarı güveci... Okuyanlar yanlış anlamasınlar unutmak istemeyişimin nedeni güvecin tadından tuzundan değil, ama bizzat yaşadığım şaşkınlıktan! -Aynı şaşkınlığı yaşayan birçok kişi olabileceğini düşünüyorum, onlardan biriyseniz ne demek istediğimi anlamışsınızdır bile-.

Şimdi, "güveç" deyince aklınıza ne gelir sorusuyla başlayalım isterseniz. Sahi, "güveç" denilince aklınıza ne gelir? Benim aklıma:
1. Güveç kapta- yani taş ocakta pişirilen -ille de taş ocakta pişirilmesi gerekmiyor tabii- toprak kapta yapılan bol sebzeli, kuşbaşı etli, biraz da sulu yemeğin adı. Yani şöyle birşey.
2. Toprak kabın adı, içinde ne pişirilirse pişirilsin: güveçte sarma, güveçte dolma vs. gibi. Bu da böyle birşey.

Ancak Beypazı güveci denilince şunun gibi birşey yiyeceğim iç aklıma gelmemişti. Hani bildiğimiz etli pilav, tek farkı güveçte pişmiş olması. Lezzetli olmasına lezzetliydi ancak beklentim bu olmadığı için şaşırdım gerçekten. Ve hatta tadı babaannemin bayram sabahlarında -Balkan adetidir- pek de güzel yaptığı etli büryanın aynısı!

Velhasıl durum budur! Yolunuz birgün Beypazarı'na düşer de Beypazarı güveci yemek isterseniz, bilin ki yiyeceğiniz şey toprak kapta pişirilmiş etli pilavdır efendim. Nokta.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Ankara'da Haftasonu

Ankara'ya bahar geldi ya, ya da biz öyle hissediyoruz, bizim de bir arkadaşımızın da vesilesiyle Beypazarı'na düştü yolumuz. Yalnızca dokuması ile ünlü olduğunu zannetiğim Beypazarı'nın daha pekçok şeyi ünlüymüş meğer. Restore edilmiş evleri, Selçuklular'dan kalma camileri, Kuru dedikleri -ve açlıktan mıdır bilmem bizim oğlanların pek sevdiği -havuç suyundan daha çok sevdikleri- bir çeşit kurabiyesi, ve hemen hemen herşeyini ürettikleri havucu... Ayrıca Beypazarı Yaşayan Müze'si hem çocuklar, hem bizim için çok eğitici oldu. Bir Ege'li olarak İç Anadolu kültürü'nü de az çok öğrenmiş oldum bu sayede. Güzel ve yorucu bir cumartesi oldu bizim için ama değdi doğrusu...



*** *** ***


Bir -iki yudumluk havuç suyu macerasına katılan Kerem ve Selim'in yarısı :)

*** *** *** 

1221-1225 yıllarında yapılan Alaaddin Camii

Selçuklu cami mimarisini çok beğenirim, kubbe yerine ahşap oymalı tavanlar, cami ortasındaki ahşap sütunlar değme Osmanlı camileri'nden çok daha hoşuma gitmiştir hep.

*** *** ***
Ankara'da ne yazık ki dışarıya çıkmak ve gezmek denilince akla ilk önce bizim burada ismini yeni öğrendiğimiz alışveriş merkezleri -AVM'ler- geliyor. Hükümet politikası mıdır nedir her yer AVM'lerle dolunca insanların bir numaralı aktivitesi AVM gezmek. Bizim de kolayımıza geldi ilk başta, buradaki eksiklerimizi de tamamlamak için pek fider olmuştuk AVM'lere. ANcak farkettim ki ne ben ne de çocuklar zevk alıyoruz bu AVM ziyaretlerinden. Her gidişimizde mızıldayarak ondan bundan isteyen  ve sonunda elbette her istediklerini yapmazsanız , ki biz yapmıyoruz bilinçli olarak, mutsuz olan çocuklarla kocaman bir başağrısı kalıyor elimde. Bu nedenle AVM olayına minimuma indirgedik, bir hedefimiz olmadan gezmek amaçlı AVM'lere girmiyoruz artık. Oysa pek - tamam Boston yeşiliyle kıyaslayınca hiç :)- yeşilliği olmasa da Ankara'da da güzel şeyler bulunabilir yapılabilecek iddiasındayım ben.

Kampüs içi yaşantımızda etrafımızdakileri keşfetmek örneğin daha büyük bir zevk bizim için.


En alt kat komşularımızın bahar güzelliklerinden yararlanan kedisini fotoğraflamak, onu sevip stres atmak, bebiş oğluşun kediye ilk dokunduğundaki yüz ifadesini seyretmek, çocukları parka götürmek, de küçük ama değerli aktiviteler bizim için. 

Bu arada Bebiş oğluşun salıncakla tanıştığını ve çok sevdiğini, bu nedenle havanın güzel olduğu hergün bakıcısı Fatma Teyzesi ile parklara taşındığını söylemeden geçemeyeceğim. 


*** *** ***
Bu arada haftasonu YDS sınavına girdim ben doçentlik başvurusunun bir gereği olarak, sınavın kendisini tartışmayacağım ama neredeyse 11-12 yaşımdan beri İngilizce ağırlıklı kurumlarda okumama ve ABD'den diplomalarım olmasına karşın "İngilizce bildiğimi" teyid etmesi için bu sınava girmek zorunda olmam ayrı bir komedi doğrusu... Neyse, bu da geldi geçti... Yıllar sonra ÖSYM tarafından yapılmış bir sınava girmek de ayrı bir tecrübe oldu benim için :))).

1 Nisan 2014 Salı

Türkiye'deyiz!!!

Yoksa siz hala anlamadınız mı ö'lerden, ç'lerden ve ğ'lerden?
Belki de anladınız ama emin olamadınız?

Öyle ise söyliyeyim, evet Türkiye'deyiz... Neredeyse bebiş doğar doğmaz pılımızı pırtımızı toplayıp, bir çılgınlık yaptık ve düştük yollara...

Herşeyi enine boyuna tartma adetine sahip biz'ler için, hadi ben değil de Mr.Hubby diyelim, çok çılgınca bir durum! Hatta çılgınlığın boyutlarını bir de Ankara'ya(!) geldiğimizi söyleyince daha da iyi anlayabilirsiniz belki... Aileler yok, halamız dışında... Bizim için tamamen yeni bir ülkeye taşınmak gibi bir durum oldu anlayacağınız...

*** *** ***

Bu taslak halinde bir yazıydı, ekleyeyim dedim, sonra bir şekilde devam ederim nasıl olsa...


Bugunlerde

Kerem fena halde takılmış durumda şu Fr0zen, Kar1ar ü1kesi şeklinde Türkçe'ye çevrilen çizgi filme. Önce Let it go şarkısını söylemeye başladı evde. Ne bu, okulda öğrendikleri bir şarkı mı diye düşünürken bir arkadaşım gösterdi ki karlar ülkesinin orijinal şarkısıymış. Sonra Türkçesi'ni merak edince Kerem Türkçesi'ni bulduk, ama pek beğenmedik Türkçe versiyonunu. Bilmeyenlere not, 25'den fazla dil versiyonu var bu şarkının, Oscar ödülü de aldı zannediyorum müzik dalında.
Sonra filmini de izledik, bana göre klasik Disney prenses filmi. Şimdi burada resme uymayan nokta Kerem ve prenses filmi ilgisi... Nedenini anlayamasam da zannediyorum, kızların çoğunlukta olduğu sınıflarında ara ara bu şarkıyı diniliyorlar ve hoşlarına gidiyor hepbirlikte dinledikleri için.

Selim'se gıcık kapmış durumda, "artık let it go duymak istemiyorum" bu evde diye kızıyor bize.- Evet, ben de katıldım bu şarkıyı söylemeye :)- Bebiş oğluş ise her zaman gülümseyerek dinliyor şarkı söyleyen abisini :)

Prenses deyince... Geçtiğimiz Halloween'da (2013 Ekim, Kerem 4 yaşında), buradaki okulları da kutladı cadılar bayramını uluslararası okul olduğu için, Kerem şovalye olmuştu kostüm olarak. Okula gittiğinde görmüş ki sınıflarındaki tüm kızlar (sınıfın 2/3'si bu arada) da prenses olmuşlar. Öğretmenleri de Kerem şovalye olarak prensesleri koruman lazım deyince Kerem kızarak öğretmenine "bir sürü prenses var, hangi birini koruyacağım bunların?" diye cevap vermiş, duyunca çok güldüm realistik oğlum benim :)))

Büyümüş Kerem'e not: Hayır oğlum silmeyeceğim bu yazdıklarımı :)

Yazmalı, unutmamak ve biraz da unutulmamak için...

Nasıl başlamalı?
TR'deki hayatımızdan mı? Bebek oğluşumdan mı bahsetmeli, onun abilerinden biraz farklı başlayan- haileliğimin farklılığından, TR'de olmamızdan ve annesinin gündüzleri onu ne şanslıyız ki onu çok seven bakıcısına bırakmasından dolayı- yaşam serüveninden mi? Her geçen gün büyüyen ama yeni gelen kardeşle arada bir, bazen sıklıkla bebek olmayı seçen ortanca'mdan mı? Yoksa bize hep ilk'leri yaşatan, şimdi düşünüp geriye bakınca "abi"olmadan aslında "abi"olan Selim'imden mi?
Bundan sonra biraz ondan, biraz bundan, biraz hepsinden olacak gibi. Aslında bu yazıdan çok konu çıkar, TR'de yaşam, TR-ABD'de karşılaştırmalı bebek büyütmesi, hamilelik şekeri ile geçirilen hamilelik -diğerlerinde yoktu-, bakıcı bulmak, bakıcıya teslim etmek, ülkelerarası taşınma ve çocuklara etkisi, vs. vs. Hepsine bir şekilde değinmeyi umuyorum fırsat buldukça. Ve umarım çok daha sıklıkla...

Ummaktan öte bu sabah farkettim ki çaba harcamalıyım daha çok yazmak konusunda. Zira asıl konumuz bu, akıp giden hayatta, özellikle çocukların büyüme telaşları arasında kaybettiğimiz, unuttuğumuz anıları hatırlayabilmek bir yazıyla, ve hatta birkaç yazıyla mümkünse. Fotoğraflar orada unutulmuyor ama ya yaşananlar? İlk sözcükler, ilk oyuncaklar, komik hikayeler... Ve hele de birden çok çocuk sahibiyseniz bunları hatırlayamamak çok olası.

Dün Selim bugüne yetişecek bir ödev yapıyordu. Biyografiler üzerinde çalışıyorlar şu anda sınıflarında, özellikle de oto-biyografi yazma konusuna değiniyorlar. Oto biyografilerini yazabilmek için önce birkaç soru üzerinde düşünmeleri için bir ödev vermiş öğretmenleri. Sorular nerede, ne zaman doğdun'la başlayıp, ilk sözcüklerin nelerdi ne zaman söyledin, küçükken en sevdiğin oyuncakların nelerdi, komik bir küçüklük anın'la devam eden cinsten. Ancak sorular üzerinde düşünürken farkettim ki ister istemez unutmuşum bazı şeyleri, ilk sözcüğü neydi örneğin Selim'in? Anne miydi? Anne mi derdi başka birşey mi?

Tam üzülecekken eski yazdıklarım geldi aklıma, Selim'le karıştırdık internetin eski sayfalarını... Eski yazılarıma kısacık -zira zamansız bir vakitti- bir ziyaret yaptık. Ve işte oradaydı bazı şeyler, ne zaman yürüdüğü, anne değil de "enne" dediği, ilk kelimeleriküçükken en sevdiği oyuncakları gibi... Bu yazıların benim hatırlamam faydası yanısıra şimdi Selim büyüyüp de okur-yazar, anıların değerinden anlar hale geldiğinde olan etkisi ise başka bir değer. Sabah bu sayfalarda o kısacık göz gezdirmemizde sevindi, gururlandı, kendisi hakkında bilmediği, benim şimdiye dek anlatmadığım şeyleri görünce pek bir hoşuna gitti. Ve belki daha da büyüyünce benim olaylara nasıl baktığımı görüp beni de daha iyi tanıyacak. Ben bir gün gidince bu dünyadan bu yazılar belki de ayna olacak onlara, kimbilir...

Yaz-a-madığım zamanlara hayıflandım şimdi, en büyük madur da Kerem mi acaba? Şu sıralar çok güzel resimler yapan, abisinin ders zamanlarında abisine engel olmuyorsa eğer boyama kitabıyla meşgul olmayı seven, adını yazmaya, ve şimdiden okumaya çalışmaya pek meraklı olan, hadi sen de dersini yap dediğimizde benimkiler ders değil biz boyama-resim falan yapıyoruz okulda diye cevabı yapıştıran, en büyük sevgisini de kaprislerini de annesine gösteren, benim yanımda olmak istediğini "ben hep seni takip etmak istiyorum" diye belirten" ortancam mı?

Bu arada önemli not, unutulmasın diye :) : Bebek oğluşumuzun alttan ilk dişi göründü geçen hafta, abilerinden farklı olarak alttan geldi İbrahim'in dişleri... Her ne kadar fiziksel olarak benzese de abilerine bağzı şeylere farklı başladık onunla. Dişlerin alttan gelmesi de bu farklılıklardan biri örneğin :) Aynı zamanlarda yaklaşık son bir-iki haftadır emeklemeye de başlayıp, geliştiriyor o da. Gerçi tam emeklemek denemez, emekleme-komando sürünüşü arası birşey. O yüzden çok hızlı ilerleyemiyor, henüzzz. Şu son birkaç gündür de bağırma çıkardı, tiz bir sesle bir çığlık eşlik ediyor mutluluk anlarına. 7 Nisan'da 8. ayını bitirecek bebiş oğlan, umarım yazmak için çok gecikmedim....