Pages

15 Haziran 2007 Cuma

EGELİ OLMAK / Atlas 171 – Haziran 2007

Atlas dergisi'nden alinti bir yazidir.
Ara ara buram buram memleket hasreti cektigim bu gunlerde iyi geldi bu yazi bana. Bir arkadasim gondermis e-postama, cok memnun oldum.
Okurken Ayvalik'tan, Aydin daglarina ovalarina heryeri dolastim kendimce; zeytin agaclarina yaslandim, golgelerinde dinlendim, Kalamaki'de denize girdim gunbatiminda, kekik topladim daglardan avuclarima sindi kokusu.
Hey gidi memleket hey...

Not: cok uzun olmamasi acisindan guncel toplumsal iliskilerin anlatildigi bazi yerleri kestim.
***
Cunda'da gün bitmek üzere. Ilık taşların üzerine oturmuş, so­ğuk suyun ayaklarıma çarpışı­nı izliyorum. Karşı kıyının belli belirsiz karaltısı yerini Midilli'nin ışıklarına bırakıyor. Tanrı doğanın se­sini tam ayarında açmış gibi, rüzgâr da, kuşlar da tam zamanında ve kararında ses veriyor. Karabiber ağaçları, birden bir koku salıyor, nemli, aralıklı fakat kendini belli ederek. İnsanın hayatım kolaylaştıran bu dinginliğe benim de bir katkım olsun istiyorum. Üzerime düşeni yapıyorum ve bütün bu olan bi­teni bir Egeli olgunluğuyla izliyorum. Sanki dünyanın geri kalanı da böyleymiş gibi.
Didim Apollon Tapınağı'na yakın bir yerlerde büyüyen bir çocuğa bir metropoldeki hangi yapı görkemli ya da estetik gelebilir diye düşünüyorum. Bir Egelinin en çok denizi ve her an insanı yakalayan güneşi özleyeceğini fark ediyorum. Burada hırslarından arınan, sabırlı, iyi yaşamayı bilen in­sanlar var. Sahip olmak tutkusunun yerini sükûnet almış. Herhangi bir şe­yi uzun süreler bekleyebiliyorlar. Ha­sat zamanını, sevdiklerini, yazı, kışı... Kolay kolay öfkelerine yenik düşmü­yor, sinirlenmiyorlar bu nedenle de.
Dinginlik bir ses gibi denizden dağla­rın içlerine kadar yayılıyor. Zaman al­gılarının oldukça geniş bir aralığı kap­saması, Ege'yi hem kadim hem de ta­rihsel kılıyor. Onların en modern yanları belki de bu, tarih.
Dünya tarihinin büyümeyen torun­ları, Egeliler, modern insanın hayal sı­ğınağı topraklarda yaşarlar. O hayallerin içinde bir ömür sürerler. Birilerine ilham verir, onların kahramanları olurlar. Kutsal alanlarda yürür, birkaç mit bilir, doğayı tanır, sağlıklı besle­nirler. Coğrafya ve tarih, "kusursuz bir buluşma" için burayı seçmiştir. Onlarsa, deniz kıyısına oturduklarında başka bir ülkenin ışıklarını seyrederek düş kurarlar. Zeytinyağı gibi hafif bir ruh hali içindedirler. Az sonra uçacakmış izlenimi bırakmaları belki de bundan­dır. Denizin de toprağın da farkındadırlar ve bu ikisini birbirinden ayırt et­mezler. Dağların denize dik uzanışı bütün Ege'nin denize kavuşmak istedi­ğini anlatır gizlice.
Kuzeyde Marmara, güneyinde ise Akdeniz ile çevrelenen Ege Bölge­si coğrafi bakımdan da yaşam alanları­nı destekler. Dağların denize dik olu­şu, kıyı etkisinin içlere kadar ilerleme­sini sağlar. Bu nedenle dağlık ve kırsal kesimlerde de deniz havasını soluyabi­lir, nemden yararlanabilirsiniz. Ege hissini içlere kadar duyabilmenin for­müllerinden biri de budur. Verimli alüvyon ovaları tarım çeşitliliğine olanak sağlar. Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz nehirleri ve kolları su kıtlığı çekilmemesinde rol oynar. Genel jeolojik yapısı, iklim, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, toprak yapısı ve su kaynakları ile Türkiye'nin yaşama en elverişli coğrafyası olduğu gibi, dünyada da bu denli belirgin özellikle­ri ile öne çıkan bir coğrafya bulmak zordur. Yaklaşık 196 bin kilomet­rekarelik yüzölçümü, çağlar boyunca çok kültürlü yaşamların sürülmesine tanıklık etti.
Egeli, öyle çetin şartlarla boğuşmaz ya da yaratıcılığı beslediği ileri sürülen yoksunluklarla pek karşılaşmaz. Yine de edebiyat ve bilimin, sanat ve esteti­ğin dünyaya dağılan kolları burada bir­leşir, kaynağını yine buradan alır. Ana­dolu'nun geri kalanına göre daha fazla refah içindedir. Çünkü burada hem deniz hem de toprak aynı anda doğur­gandır. Doğurganlığı ve bereketi antikçağ İonia'sının ana Tanrıçalarından Artemis'in polymastos, yani çok me­meli gövdesinde de bundan iki bin beş yüz yıl önce tasvir edilmiştir. Bu ve da­ha birçok tasvir Egelileri şaşırtmaz zi­ra onların varoluşu zaten eski medeni­yetlerle ilgilidir. Egeliler, kendini za­man ile besleyen tarihin göbek bağı üzerinde yaşayan insanlardır. Kısacık bir gezinti sırasında, önce tarihöncesi kalıntılara dokunup, Hellenistik bir sur duvarının kenarından yürüyüp, Roma evinin kapısından içeri girebilir, bir Osmanlı camisinde dinlenebilirler ve bunu hiç yadırgamaz, bir lütuf ka­bul etmezler. Bildikleri yaşam formu bu olduğundan, başka türlüsünü de kolay kolay kabullenemezler. Kıyılara yaklaştıkça Yunan radyolarından rebetikolar duyar, Dilek Yarımadası'nda yabandomuzlarını elleriyle besleyebi­lirler. Yabani hayvanlara, yırtıcı kuşla­ra alışkındırlar. Onları hem sever hem de tehlike anında ne yapılması gerekti­ğini bilirler. Sığacık'ta olduğu gibi bir Osmanlı kalesi içerisine sığabilir, bu­rada mütevazı bir yaşam sürebilirler. Müzik yaşamlarının ta içindedir, fakat Trakya'daki kadar belirgin değildir. Hemen her köyde bir bağlama ustası, akşamüstü sazı eline alıp, günbatımını karşılayabilir. Klarnetin sesini, bağla­manın tınısını severler.
Ege'ye dair en bilinen söylence, Yunan mitolojisinde yer alır. Efsaneye göre, Atina Kralı Pandion'un oğlu Aigeus'un Trozen ülkesi prensesi Aithra ile birleşir. Ona eğer bir oğlu olursa babasının adını bilmeden büyütmesini söyler. Doğan çocuk Atinalıların kah­ramanı Theseus'tur. Delikanlılık çağı­na geldiğinde kendisini babasına tanı­tan Theseus bundan böyle kral olan babasının yanında, onun işlerine yar­dımcı olur. Bu işlerden biri de Girit Adası'ndaki insan bedenli, boğa başlı Minotauros'a her yıl yedi genç kız ve erkeğin gönderilmesine engel olmaktır. Theseus'un, Girit Adası'na gidip canavarı öldürme isteğine babası eğer zaferle dönerse beyaz yelken çekmesi şartı ile onay verir. Theseus, Minotauros'u öldürmesine rağmen dönüş yo­mda beyaz yelken açmayı unutur ve gemisinin kara yelkenle limana döndüğünü gören babası Aigeus da kendini denize atar. O günden beri bu denizin adı Aigeus Pontos yani Aigeus Denizi olarak anılır. Bu ad da Türkçeye Ege olarak yerleşmiştir.
...
...Egeli bilhassa aş­ka itina eder, saygı gösterir. İlişkilerini despotluk üzerinden kurmak yerine genellikle uzlaşmacı bir tavır sergiler. Çünkü kendi ifadeleri ile Ege insanı sabırlıdır. Zeytin zamanını bekler, üzümü bekler, tütünü bekler. Yazın gelmesini, turizm mevsiminin açılma­sını bekler. Bu sabır sosyal sorunlarda da olumlu etki yaratır. Egeli, kin güt­mez veya kendi kanununu kendisi koymaya çalışmaz. Kanun koyma dediğimizde akla gelebilecek en başına buy­ruk yaklaşım efeliktir belki. Ancak efelikte düşman devlet ya da doğrudan bireyler değil, halkın çıkarlarına ters dü­şen, halkı zorbalıkla güç durumda bırakan ve yoksulluğa iten güçlerdi. Devletten yardım görmeyen halkın içinden bazı sivrilmiş karakterler, dağ­lara çıkarak zenginden alıp fakire da­ğıtmış, haklıyla haksızı birbirinden ayırmıştı. Bu yüzden eşkıya değil, efe sayılmışlardı.
Girit doğumlu ve Ege tutkusu ile ta­nınan edebiyatçı Halikarnas Balık­çısı, şair Cevat Şakir Kabaağaçlı, zey­bek sözcüğünün Lydia dilindeki "obekkos" "ibakhi" kelime köklerin­den türediğini söyler. Avrupalıların "roi des montagnes" yani dağların kra­lı dedikleri zeybeklerin çoğunluğunun çobanlıktan yetişme olduğu söylenir. Egelilere "efe nedir" diye sorduğunuz­da ise sözüne güvenilir, haksızlığa kar­şı gelen, baskı ve güçlüklere karşı durabilen, düşünerek hareket eden, ken­dini dağlara ve insanların daha iyi ko­şullarda yaşamasına adamış bir kahra­mandan bahsederler. Biri, bir kez efe oldu mu yaşamının sonuna kadar buna göre davranır ve bu şekilde anılır. Bir zeybek çetesindeki hiyerarşiye göre, efeden sonra başzeybek, ondan sonra da zeybekler gelir. Zeybek çetesinde mutlaka saz çalmayı bilen biri vardır ve dağdayken sazını yanında taşır. Ege halkı zeybekleri ve zeybekliği o kadar benimser ki, ünlü efeler adına türküler de söylemiştir. Osmanlı'nın son dem­lerinde 1895-1910 yılları arasında İz­mir, Denizli, Ödemiş ve Muğla dağla­rında hâkimiyet kuran Çakıcı ya da Çakırcalı Mehmet için söylenen "İz­mir'in Kavakları", Kerimoğlu Eyüp için yazılan "Kerimoğlu" zeybeği bun­lar arasındadır. Bunların yanı sıra, Beş­parmak (Latmos) Dağları Çavdarlı Murat Zeybek, Aydın Dağları Yörük Ali Efe ile anılır. Az sayıda kadın efe de yetişmiştir bu topraklarda; Yörük Ali Efe'nin çetesine katılan Aydınlı Çete Ayşe bunlardan biridir.
Bugün Ege dağlarında zeybekler gezmese de, efelik ve zeybeklik Egeliler için hâlâ saygın bir kavram. Kurtu­luş Savaşı'nda da önemli görevler üst­lenen efeler ve zeybekler Ege kültürü­nün yapıtaşlarından biri. Egeliler ço­cuklarına daha çok küçük yaşlarda zey­bek giysileri alıyor ya da diktiriyor, onlara zeybek oynamayı ve bir efenin nasıl yaşaması gerektiğini gösteriyor­lar. Zeybeklerin hikâyelerini anlatıyor ve danslarını öğretiyorlar. Ege'nin ço­cukları, zeybek adımları ile yürümeye başlıyor bu yüzden. Zeybek aynı za­manda Ege Bölgesi'nin halk dansına da adını veriyor. Zeybek oyununda er­kek, aksak ve ağır ritimler eşliğinde, adeta gezindiği dağları kucaklar gibi genişçe açıyor kollarını. Kıvrak ve ani dönüşler gerçekleştiriyor. Kim bilir belki de bu şekilde arkasından gelecek kurşunları kolluyor. Dizinin üstünde yere çöktüğünde de başını hep olduğu gibi yukarıda ve dik tutuyor.
...
...Ege'nin şairlere, sanatçılara ilham vermesi hiç de şaşırtıcı değil. Yalnızca kent yaşamının değil, sanatçıların da karmaşadan kaçış noktaları hep Ege'dedir. Manisa'da 1918'de doğan Şair İlhan Berk, Anadolu'yu gezerek geçen memuriyet yaşamının sonunda Bodrum'a yerleşti. Edebiyatta daha çok "gerçekçi" akımın ilgisini çeken Ege'nin toplumsal ve coğrafi dokusu, hayal edilebilecek kadar güzeldi. Yani bilhassa edebiyatçılar için Ege, hayal kurmaya gerek bırakmayacak kadar gerçekti. Bu nedenle de onun gerçek­liği bütün yazarlarda ürkütmeyen ve anlatılası bir izlenim bırakıyordu. İl­han Berk, uzun doğa yürüyüşlerine çı­kıyor, otları ve taşları daha yakından inceliyor, Bodrum Kalesi'ni gezerken kendini, hep özlemini çektiği ortaçağ şövalyelerinin arasında buluyordu. Bu gezintiler, kayboluşlar şiirlerine de yansıdı: "Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum" ya da "Duydum bir ot konu­şuyordu, otlar, seslere inanırlar" dize­lerinden başka, kahramanlar, Homeros, doğa olayları, Ege'ye özgü ne var­sa şiirine konu olmuştu. Necati Cumalı, Attila İlhan, Cevat Şakir gibi isimler ister bu topraklarda doğsunlar isterse sonradan buralara yerleşsinler, üzerin­de durdukları coğrafyanın büyüsünü aktardılar. Başka yerlerin şairleri Ege'yi hayal ederken, onlar bizzat o hayalin içinde yaşama imkânı buldular.
Cevat Şakir'in "Bir kolu Kartaca'da, öbürü kuzeyde, Roma'da biten verimli hilal" dediği Ege için, antik Mısır me­tinleri "denizin yüreğinde yaşayan in­sanların memleketi" der.
...
Latif Bir Aydınlık
İlkçağ ve ortaçağda Yunan halkları Anadolu üzerinden geçen iki yol ile Pers topraklarına erişiyordu. Ticaretin ve sosyal etkileşimin bu iki anayolun­dan biri Efes'ten biri de bugünkü Sa­lihli yakınlarındaki Sardes'ten (Sard) başlıyordu. Bugün o tarihte de olduğu gibi zeytin, üzüm, tütün gibi birçok mahsulün yetiştirildiği Ege'de, mer­mer, linyit ocakları da hem yerel hem de ulusal ekonomiye katkı sağlıyor. Çanakkale Savaşı Mülâzımsanisi Mehmed Fasih Bey, cephede tuttuğu "Kanlısırt Günlüğü"nde, sık sık "latif bir aydınlıktan" bahseder. Egeli, dört mevsim bu latif aydınlığın içinde Ana­dolu'nun, denize genişleyerek ilerle­yen topraklan üzerinde gerçekleşen Çanakkale Savaşı ve onun belki de ön­sözü olan Troia Savaşı'na sahip çıkar. Yine de dünya tarihinin bu iki büyük savaşının yorgunluğunu da üzerinde taşır. Bu aydınlık sayesinde, Ege'de ka­ranlık bir yer bulmak, ya da kendinizi bir karanlığa hapsetmek çok kolay ol­mayacaktır. Bu aydınlığı doğrular ni­telikteki bir başka kaynak da Sümerlerin Ege için yaptığı "deniz kenarında­ki güneş bahçesi" tanımıdır.
...
...Sanata düşkün İzmir halkı, alışverişini pazardan yapmayı, zeytinyağını köylerden almayı, kor­donda yürümeyi sever. İzmir Fuarı za­manında şehir, Türkiye ve dünya ça­pında konukları ağırlar, Ege'nin birçok kentinden ve kasabasından etkinlikleri izlemeye gelenler olur. Şehrin kendine has bir düzeni ve disiplini vardır, bu nedenle de saatler süren trafik kuyrukları ya da kavgalarına pek sık rastlan­maz. Sosyal verilere baktığımızda, Ankara'da 2003 yılında beş müze bulu­nurken bu rakam izmir'de dokuz, Aydın'da ise dörttür.
...
...Evliya Çelebi, İzmir'e 1671 yazında gelir. Burada gördükleri sonrasında, seyahatnamesinde şu notlan düşer: "Halkı zengindir, garip dostudur. Çu­ha ve kıymetli kumaştan elbise giyer­ler. Kadınları çuha ferace, başlarına ipekli takke giyer, üzerine de ince tül­bent sararlar."
Bir Akşamüstü Sofrası
Gündüz ne kadar sıcak olursa olsun Ege'de akşamüstü imbat gelir ve dünya dertlerini uzaklaştırır gibi insana önce bir ürperti verir, sonra da karabi­ber ağaçları ile deniz kokusuna bulaştı­rır. Hiçbir sofradan karnınızda anlam­sız bir şişkinlikle kalkmazsınız. Türk mutfağının ağır, yağlı yemekleri yerine Ege'nin kendine özgü, "hafif yiyecek­leri vardır. Önce mezeler gelir sofraya. Deniz yosunları, yabani otlar, yöreye özgü peynirler ve bol zeytinyağı katılan bu mezeler, sıradan bir günde de hazırlanabilir, düğün, eğlence za­manlarında da.
...
...Egeliyi biraz da doğa yaratır. Otları tanır ve günlük yaşamında da kullanır. Egeliler yabani otların tadı ile büyür. Antik çağlarda da çeşitli otlardan yapı­lan reçeteler elden ele dolaşır, Ege'de yaşayan halklar, kendilerini bu şekilde iyileştirirdi. Sağlık yurdu Bergama Asklepionu, antikçağda her yıl yüzlerce insanın şifa bulmaya geldiği yerdi. Uyku, su sesi ve müzik ile şifa verilen hastalar, hekim Tanrı Asklepios'a adaklar sunarlardı. Ölüme çare buldu­ğu gerekçesi ile Zeus tarafından ölüm­le cezalandırılan Asklepios'un yazdığı son reçetede birçok hastalığa birden iyi gelen bir formül vardı ve ölümü sı­rasında bu reçeteyi elinden düşürdü. Üzerine düştüğü ot, sarmısaktı. Sarım­sak bugün de kırsal bölge Egelinin yaralarına kullandığı bir tür antiseptik. Bir Rum fıkrası Egelilerin otlarla iliş­kisinden bahseder. Fıkra, tarlasından otlanan keçilerle birlikte bir kadını da kovan yaşlı adamla ilgilidir. Adam bu­nun nedenini soran arkadaşına kovma gerekçesi olarak kadının Giritli oldu­ğunu söyler. Arkadaşı bunun ne demek olduğunu kavrayamadan, yaşlı adam Giritlilerin keçilerden daha fazla ot topladığını söyler. Ege Bölgesi'nde de durum farklı değildir. "Keçinin yediği her otu toplarız" diye söze başlayan Muğlalı Sadike Kartal, yıllarca zeytin ve tütün işinde çalışmış. Zeytini sıktık­tan sonra çıkan "poşu" ile de sabun yaptıklarını anlatırken içeriden birer kalıp da bize hediye ediyor. Afyon kay­mağının lezzetli olmasının nedeni de yine bu otlardır aslında. Hayvanlar yaylalarda çok çeşitli otları yiyebildik­leri için hem etleri hem de süt ürünle­ri bu doğrultuda farklı bir tat alır. Dağlardan toplanan otlardan ıspıt, kirişotu, kuzukulağı, helisotu, kuşotu, gelincik, dulavratotu, hindiba, melengeç yalnızca birkaç tanesidir.
Deniz mahsullerini de seven Ege halkı, göç mevsimlerini, balık tür­lerini çok sıradan bir bilgi gibi erken yaşlarda öğrenir. Kalamar, "karadiken" dedikleri denizkestanesi, ahtapot, midye gibi daha birçoklarını deniz on­lara sunar. Hamur işlerinde "pişi", "boyoz" gibi kendilerine has tarifleri vardır. Özellikle Aydın'da yoğunlaşan toprak ağalarının sofraları çok sağlıklı ve rafinedir.
Velhasıl Egeli olmak, zamanı kolu­na takıp gezebilmektir biraz, otları, hayvanları, kendini tanımaktır biraz da. İnsanın sınırları zorlanmaz Ege'de. Kimse kimseye ayak uydurmaya çalış­maz. Herkes kendi kadar görünür, ne daha az ne daha fazla. Yaşamın sesi tam kararında açılmıştır. Orada hiçbir can­lı, kendini öne çıkarmaya çalışmaz ve bir şey söylemek için sabırla sırasının gelmesini bekler. Egeli olmak, bekle­meyi, tarihe sükûnet ve olgunlukla ta­nıklık etmeyi bilmektir. Önce düşün­mek sonra hareket etmektir, efeliktir

2 yorum:

NURHAYAT dedi ki...

cok guzel anlatmis yavrum . egeyide cok ozlemissin belli . biz sansliyiz burada yasamakla opuyorum

sumuklubocek dedi ki...

evet, insan oradayken bilmiyor kiymetini -ben bilirdim gerci ;)-...
aslinda heryeriyle bir baska guzel ulkemiz, amma velakin...