Uzun zamandir tatil yapamadigim icin pek hoslasmadigim yaz mevsimini sevmeme nedenlerime bir yenisi daha eklendi: Blogger tatili!
Evet, bloggerlar tatilde, hangi sayfaya dokunsam ya bir yerdeler ya da yaz rehavetindeler bloglar guncellenmemis. Hos ben de bu aralar pek sik yazmiyorum ama benimki yaz'dan degil; yaz-a-mamaktan...
Oysa ki yaz konulari da boldur degil mi? Tatil mekanlari, havalar, turkiyedeki susuzluk, secimler :))) vs vs derken bakin pek cok konu oldu bile.
Yazamamak icin bahene yok! hadi herkesi klavye basina davet ediyorum, yoksa su yaz mevsiminden cidden haz etmeyecegim...
***
Yaz heryerde oldugu gibi buralarda da rehavet mevsimi... Her ne kadar yaz okulu diye bir sebepten okulda bu donemde dahi ogrenci eksik olmasa da, yaz donemi rehaveti herkesin ustune siniyor.
Okulda bazi hocalar yaz icin basak ulkelerde ders vermege gidiyorlar.
Ogrenciler zaten lakayit hallerine bir de yaz rehaveti ekliyorlar.
Bizim gibi anormal akademik yasami olmayan arkadaslariniz gule oynaya tatile cikiyorlar.
Yaz indirimleri basliyor, ama bizim tarafimizdan takip edilemiyor.
Cadilar bayrami, sukran gunu ve yilbasi nedenleriyle civil civil olan kis hareketliliginden eser kalmiyor, eh biraz suni bir sekilde 4 temmuz kutlamalariyla ortalik senlendirilmeye calisiliyor, pek de basarili olunamiyor...
Velhasi yazla birlikte buyuk bir rehavet ve yalnizlik duygusuna kapiliyorsunuz, eh bir de bu arada pekcok sey yapma durumundaysaniz vay halinize -demek istiyorum ki vay halime!-
Neyse; sitem dolu bir girizgahtan sonra yazi bu kadar gelisebildi.
Yok ben yaz rehavetinde degilim ama eh insan bir monologa da bu kadar devam edebilir ancak, oyle degil mi?
30 Haziran 2007 Cumartesi
25 Haziran 2007 Pazartesi
Karalamalar...
Oncelikle anneannemin vefati icin ayri ayri bassagligi ve sabir dileklerinde bulunan herkese cok tesekkur ediyorum; sagolun bu guzel destekleriniz icin.
Daha iyiyiz, anneannecigimi unutmayacagim ama yokluguna alismak zor olacak.
***
Bizden iyi haberler: Sebo savunmasini basariyla verdi, tohtor oldu; darisi bir ay sonra benim basima insallah!
Artik oglusumuzu Sebo'ya pas edip, kendi calismalarima son hiz devam etmeliyim.
***
Burasi, Turkiye'nin aksine, bol yagisli ve gecmis yillara oranla serin mi serin bir yaz geciriyor. Ben bu halden hic mi hic sikayetci degilim ;)
***
Boyle bir yogun donemde olmaktan ve pek tadimin olmayisindan dolayi Turkiye gundemi de pek takip etmiyorum, amma velakin Elif Safak'i kacirmiyorum.
Cok guzel bir yazi yazmis, paylasmak istedim.
Iyi okumalar...
"Camdan gettolarda hayat
Osmanlı dönemi İstanbulu getto sistemi uygulamayan nadir büyük şehirlerden biri olarak geçti tarihe. Osmanlı İstanbulu insanları dinlerine göre gettolara hapsetmedi. Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde görülen mekansal ayrışma bizde benzer bir keskinlikle yaşanmadı.
Mesela "Yahudilerin ağırlıklı olduğu semtler veya adalar" oldu; ama "Yahudi gettosu" olmadı Osmanlı'da. Filancaların ayrı falancaların ayrı mekanlara hapsedildiği duvarlarla çevrili adalar halinde yaşamadı insanlar ve kültürler. Bilhassa İstanbul, renkleri, kökenleri, hikâyeleri sürekli birbirine karıştırdı harmanladı. Bu karışımın verdiği muazzam dinamizm yüzyıllar boyunca azalmadan bugüne geldi.
Bizler gettolara dayalı bir tarihten gelmiyoruz. Peki ne demeye şimdi camdan gettolarda yaşıyoruz? Dinsel değil bugün yaşanan gettolaşmanın sebebi, etnik değil, sınıfsal değil. Politik. Siyasi görüşlerimize göre kutuplaşıyor, adalaşıyoruz. Küskün ve kızgın insanlar ülkesi olduk. Seçimler yaklaştıkça bir gerilim, bir kızgınlık her tarafta. Herkese, her şeye ama en çok da kendi kendimize, birbirimize küsüyor, kızıyor, sataşıyoruz. Dışarıdan bakan bir gözlemci olsa Türk insanının kendi kendini yıprattığı sonucunu çıkarır bu ortamdan. Bizler durmadan birbirimizin enerjisini, yaratıcılığını, hevesini, başarılarını, gayretkeşliğini, üretkenliğini, yeteneklerini tırpanlıyor, birbirimizi a-zal-tı-yo-ruz.
Oysa bugün birbirine seçim meydanlarından hakaretler yağdıran liderler yarın beraber çalışmak durumunda kalacak. Tıpkı bugün "bizler" ve "onlar" ayırımı yapan seçmenlerin beraber yaşamayı sürdüreceği gibi. Keşke her Türk vatandaşı bir süreliğine gurbete gitse, biraz başka ülkelerde "yabancı statüsü"nde tutunmaya çalışarak yaşasa. Birkaç ay bile yeter. Türkiye'deyken gözümüzde büyüttüğümüz fikir ayrılıkları ufalır, küçülür yurtdışında. Ben türbanlı kızlarla sol görüşlü gençlerin dostluk kurabildiklerine pek çok defa tanık olmuşumdur Avrupa'da ve Amerika'da. Bambaşka aile yapılarından gelenler aynı Batı üniversitesinde, aynı ortamda bulunca kendilerini bir de bakarsın benzeşiverirler "yabancı" olmak tanımında. Buradayken yan yana gelmez sanılan insanlar, gurbette karşılaşır, birbirine hoşgörü ve anlayışla bakmayı öğrenir. Gurbet, insanları ortak bir hüzün ve burukluk ve "azınlıkta olma" halinde buluşturur.
Kolaydır, en kolay ve kolaycı yoldur insanın etrafına kendi gibi düşünenleri toplaması, aynada kendi suretine bakmaya hayran narsistler gibi sadece kendi yansımasını görmek istemesi, sonra da kendi taraftarlarına propaganda yapması. Kolaydır, insanın sadece kendi gibi düşünenlerle yaşayıp, farklı düşünen herkesi uzağına atması. Ötelemesi. Kötülemesi. Karalaması. Karısının kendisinden farklı düşünmesine tahammül edemeyen kocalar, öğrencilerinin kendilerinden farklı düşünmesine izin vermeyen hocalar, yanında çalışanların kendinden farklı düşünmesine tolerans gösteremeyen patronlar, çocuklarının kendilerinden farklı bir görüşe sahip olmasına dayanamayan anne babalar... kolaycıdır. Dayatmacıdır. Dayatmacılık belli bir gruba ya da kesime mal edilemeyecek kadar yaygındır bu toplumda. Solcusu da, muhafazakarı da, kadını da, erkeği de, genci de yaşlısı da... okumuşu da, okumamışı da, hatta en entelektüel görüneni de dayatmacı, baskıcı olabilir. Mümkündür.
Bütün arkadaşlarınız sizin gibi düşünüyor sizi yankılıyorsa, karınız ya da kocanız sizinle her konuda hemfikirse, çocuklarınız fikir ayrılıklarını sizden saklama gereği duyuyorsa, bam teliniz addettiğiniz hassas konularda sizden farklı düşünen tek bir Allah'ın kulu yoksa etrafınızda, fikir ayrılıklarını şüpheyle karşılıyor, komplo teorilerine inanıyorsanız, fikir sahibi olmayı kavga etmekle eş görüyor, durmadan hayali düşmanlar arıyorsanız, demokratlık sınavında bir kez daha test edin kendinizi. Düşük not almanız muhtemeldir.
Gerisi size kalmış. Ben bu düşük notla yaşar, bildiğimi okurum da diyebilirsiniz elbette. Ya da bugün farklı bir şey yapayım, benim gibi düşünmeyen birini dinlemeye, anlamaya, okumaya, duymaya çalışayım da diyebilirsiniz. Önümüzdeki seçim döneminde sadece siyasetçiler yarışmayacak. Demokrasi kültürümüz de sınanacak, sınava girecek."
Daha iyiyiz, anneannecigimi unutmayacagim ama yokluguna alismak zor olacak.
***
Bizden iyi haberler: Sebo savunmasini basariyla verdi, tohtor oldu; darisi bir ay sonra benim basima insallah!
Artik oglusumuzu Sebo'ya pas edip, kendi calismalarima son hiz devam etmeliyim.
***
Burasi, Turkiye'nin aksine, bol yagisli ve gecmis yillara oranla serin mi serin bir yaz geciriyor. Ben bu halden hic mi hic sikayetci degilim ;)
***
Boyle bir yogun donemde olmaktan ve pek tadimin olmayisindan dolayi Turkiye gundemi de pek takip etmiyorum, amma velakin Elif Safak'i kacirmiyorum.
Cok guzel bir yazi yazmis, paylasmak istedim.
Iyi okumalar...
"Camdan gettolarda hayat
Osmanlı dönemi İstanbulu getto sistemi uygulamayan nadir büyük şehirlerden biri olarak geçti tarihe. Osmanlı İstanbulu insanları dinlerine göre gettolara hapsetmedi. Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde görülen mekansal ayrışma bizde benzer bir keskinlikle yaşanmadı.
Mesela "Yahudilerin ağırlıklı olduğu semtler veya adalar" oldu; ama "Yahudi gettosu" olmadı Osmanlı'da. Filancaların ayrı falancaların ayrı mekanlara hapsedildiği duvarlarla çevrili adalar halinde yaşamadı insanlar ve kültürler. Bilhassa İstanbul, renkleri, kökenleri, hikâyeleri sürekli birbirine karıştırdı harmanladı. Bu karışımın verdiği muazzam dinamizm yüzyıllar boyunca azalmadan bugüne geldi.
Bizler gettolara dayalı bir tarihten gelmiyoruz. Peki ne demeye şimdi camdan gettolarda yaşıyoruz? Dinsel değil bugün yaşanan gettolaşmanın sebebi, etnik değil, sınıfsal değil. Politik. Siyasi görüşlerimize göre kutuplaşıyor, adalaşıyoruz. Küskün ve kızgın insanlar ülkesi olduk. Seçimler yaklaştıkça bir gerilim, bir kızgınlık her tarafta. Herkese, her şeye ama en çok da kendi kendimize, birbirimize küsüyor, kızıyor, sataşıyoruz. Dışarıdan bakan bir gözlemci olsa Türk insanının kendi kendini yıprattığı sonucunu çıkarır bu ortamdan. Bizler durmadan birbirimizin enerjisini, yaratıcılığını, hevesini, başarılarını, gayretkeşliğini, üretkenliğini, yeteneklerini tırpanlıyor, birbirimizi a-zal-tı-yo-ruz.
Oysa bugün birbirine seçim meydanlarından hakaretler yağdıran liderler yarın beraber çalışmak durumunda kalacak. Tıpkı bugün "bizler" ve "onlar" ayırımı yapan seçmenlerin beraber yaşamayı sürdüreceği gibi. Keşke her Türk vatandaşı bir süreliğine gurbete gitse, biraz başka ülkelerde "yabancı statüsü"nde tutunmaya çalışarak yaşasa. Birkaç ay bile yeter. Türkiye'deyken gözümüzde büyüttüğümüz fikir ayrılıkları ufalır, küçülür yurtdışında. Ben türbanlı kızlarla sol görüşlü gençlerin dostluk kurabildiklerine pek çok defa tanık olmuşumdur Avrupa'da ve Amerika'da. Bambaşka aile yapılarından gelenler aynı Batı üniversitesinde, aynı ortamda bulunca kendilerini bir de bakarsın benzeşiverirler "yabancı" olmak tanımında. Buradayken yan yana gelmez sanılan insanlar, gurbette karşılaşır, birbirine hoşgörü ve anlayışla bakmayı öğrenir. Gurbet, insanları ortak bir hüzün ve burukluk ve "azınlıkta olma" halinde buluşturur.
Kolaydır, en kolay ve kolaycı yoldur insanın etrafına kendi gibi düşünenleri toplaması, aynada kendi suretine bakmaya hayran narsistler gibi sadece kendi yansımasını görmek istemesi, sonra da kendi taraftarlarına propaganda yapması. Kolaydır, insanın sadece kendi gibi düşünenlerle yaşayıp, farklı düşünen herkesi uzağına atması. Ötelemesi. Kötülemesi. Karalaması. Karısının kendisinden farklı düşünmesine tahammül edemeyen kocalar, öğrencilerinin kendilerinden farklı düşünmesine izin vermeyen hocalar, yanında çalışanların kendinden farklı düşünmesine tolerans gösteremeyen patronlar, çocuklarının kendilerinden farklı bir görüşe sahip olmasına dayanamayan anne babalar... kolaycıdır. Dayatmacıdır. Dayatmacılık belli bir gruba ya da kesime mal edilemeyecek kadar yaygındır bu toplumda. Solcusu da, muhafazakarı da, kadını da, erkeği de, genci de yaşlısı da... okumuşu da, okumamışı da, hatta en entelektüel görüneni de dayatmacı, baskıcı olabilir. Mümkündür.
Bütün arkadaşlarınız sizin gibi düşünüyor sizi yankılıyorsa, karınız ya da kocanız sizinle her konuda hemfikirse, çocuklarınız fikir ayrılıklarını sizden saklama gereği duyuyorsa, bam teliniz addettiğiniz hassas konularda sizden farklı düşünen tek bir Allah'ın kulu yoksa etrafınızda, fikir ayrılıklarını şüpheyle karşılıyor, komplo teorilerine inanıyorsanız, fikir sahibi olmayı kavga etmekle eş görüyor, durmadan hayali düşmanlar arıyorsanız, demokratlık sınavında bir kez daha test edin kendinizi. Düşük not almanız muhtemeldir.
Gerisi size kalmış. Ben bu düşük notla yaşar, bildiğimi okurum da diyebilirsiniz elbette. Ya da bugün farklı bir şey yapayım, benim gibi düşünmeyen birini dinlemeye, anlamaya, okumaya, duymaya çalışayım da diyebilirsiniz. Önümüzdeki seçim döneminde sadece siyasetçiler yarışmayacak. Demokrasi kültürümüz de sınanacak, sınava girecek."
21 Haziran 2007 Perşembe
Ic Sikintisi...
Bugun canim cok sikkindi; hala oyle...
Belki bazi seyler yeni yeni icimi daha da acitmaya basladigi icin, belki de baska birsey. Bilmiyorum ama sabah uyandigim zaman baslayan icime oturan sikinti gece 11 oldu, hala da gecmiyor.
Belki bazi seyler yeni yeni icimi daha da acitmaya basladigi icin, belki de baska birsey. Bilmiyorum ama sabah uyandigim zaman baslayan icime oturan sikinti gece 11 oldu, hala da gecmiyor.
18 Haziran 2007 Pazartesi
:(((
Bu sabah 6:50 sularinda gelen bir telefonla ogrendim ki bugun Turkiye saatiyle sabah sularinda Nefise Hanim'i kaybettik...
Cok uzgunum,
Allah rahmet eylesin...
Cok uzgunum,
Allah rahmet eylesin...
17 Haziran 2007 Pazar
16 Haziran 2007 Cumartesi
Tez, blog vs...
Ders calisiyorum, tezime son hallerini veriyorum; bir aksilik cikmazsa -aman cikmasin!- tezimi temmuz sonunda savunacagim insallah. Bu tez savunma isleri cok karisik, hadi hersey bitti diyelim yok hocanin bulundugu tarihi ayarla, komite uyeleri ne zaman buradalar diye kontrol et, bunlarin birbirine uymama olasiklari cok yuksek, hadi ortak bir tarih buldun, hadi bakalim universite program planlari engeline takil, o uymasin; onu uyduracagim diye ugras; tezini formatla, formatlarken catla; eh bu arada mumkunse son savunmana hazirlan... Olme esegim olme, hadi bakalim...
Ders calisiyorum, demektir ki bir bunalti arasinda bloguma da birkac sey ciziktirebiliyorum. Ciziktirmezsem olmazsa olmaz bloglarimi tikliyorum. Yandaki listenin %80'inin olusturuyor olmazsa olmazlarim. Eh onlar da uhunetimi yoketmezse birkac haber geziyorum, Turkiye haberleri degil ama dunya haberleri -Turkiye haberleri buhran gecirip bilgisayari kapatmama neden olabiliyor zira-.
Ders calisiyorum, demek ki buralardayim ;)
*** *** ***
Not: Asagidaki anketimizde kizlarin sayisi artmis, bakiniz!
Ders calisiyorum, demektir ki bir bunalti arasinda bloguma da birkac sey ciziktirebiliyorum. Ciziktirmezsem olmazsa olmaz bloglarimi tikliyorum. Yandaki listenin %80'inin olusturuyor olmazsa olmazlarim. Eh onlar da uhunetimi yoketmezse birkac haber geziyorum, Turkiye haberleri degil ama dunya haberleri -Turkiye haberleri buhran gecirip bilgisayari kapatmama neden olabiliyor zira-.
Ders calisiyorum, demek ki buralardayim ;)
*** *** ***
Not: Asagidaki anketimizde kizlarin sayisi artmis, bakiniz!
Alisveris merkezinde...
Enise teyzemizle birlikte bir Collin Creek alisveris merkezine gidisimizde. Burayi ozellikle seviyoruz cunku Selim'i eglendirebilecek pek cok sey var. Tabii annenin alisverisinden zama kalirsa Selim trene binmek ve cocuk oyun alaninda oynamak gibi eglenceli seyler yapabiliyor.
Yalniz burada insanlar "dokunmak ve dokunulmak" konusunda ekstra hassas olduklari icin cocuk oyun alanina Selim'i gotururken cok tedirgin oluyorum. Cunku Selim gidip baska cocuklara sarilmak, sevmek istiyor; malesef anneler bundan rahatsiz olabiliyorlar :(.
Not: Enise teyzemiz cikmis birazcik filmde...
Yalniz burada insanlar "dokunmak ve dokunulmak" konusunda ekstra hassas olduklari icin cocuk oyun alanina Selim'i gotururken cok tedirgin oluyorum. Cunku Selim gidip baska cocuklara sarilmak, sevmek istiyor; malesef anneler bundan rahatsiz olabiliyorlar :(.
Not: Enise teyzemiz cikmis birazcik filmde...
15 Haziran 2007 Cuma
Yaramaz Selim...
Ne anlatmali, ne anlatmali, acaba Selim'in binbir turlu yaramazliklarinin hangisinden baslamali?
Selim bu aralar heryere, herseye, ozellikle de evdeki sandalyelere tirmanmaga bayiliyor. Tirmanma islemimiz once sandalyeden basliyor, sandalyeden masanin ustune cikiliyor, masadan mutfagi salondan ayiran bufenin uzerinde ne var ne yoksa karistirilmaya girisiyor. Orada toz seker mi varmis, deney yapiyor etrafa serpistiriyor; tuz karabiber mi varmis, hayali yemeklerine ekiyor; babasinin cuzdani mi varmis -bu cuzdan biraz alakasiz oldu ama, babamiz oyle alakasiz yerlere birakir zaten cuzdanini :)))- hemen acilip icindekiler disariya cikariliyor; koloya mi varmis, pist pist diyerek etrafa sikiliyor...
Orayi begenmedik mi; hemen annesinin calisma masasina yoneliyor; once sandalye sonra masanin ustu; masanin ustunde karistirilmadik kutular, kagitlar, ders notlari kalmiyor; eh bu durumda yakalanirsa elbette annesi "ah oglum, vah oglum" diyerek cildiriyor.
Ellememesi gereken bir yeri mi elliyor, bir yandan kendi kendine "ayiy, emme" (hayir, elleme) diyor, biryandan son hiz karistiriyor.
Adamcigim gibi cop tenekesi en onemli favorilerinden, boyu tam yetismese de parmak uclarinda copu acip icine bakmaya, gucu yeterse icindekileri ellemeye, ve etrafta ne varsa icine atmaga calisiyor.
Disarida artik anne baba sozu dinlenmiyor, elimizden kurtulup kendi kafasina gore gezinmege calisiyor; bu gezinme nerede camur, su birikintisi, tahta, ve malesef araba varsa oraya dogru oldugundan zaman zaman tehlikeli olabiliyor. Tutup kucagimiza aldigimizda da bize bidibidibidi birseyler soyleyerek kiziyor.
Bugun giyinirken beni cildirttigi icin popisine hafifce dokundurarak odadan cikardigim icin nasil kizdi anlatamam, bidibidibidi diyerek, elini hayir isareti yaparak bana birseyler saydi, arada "baba" da diyordu, cikardigim kadariyla beni babaya sikayet etmekmis beyefendinin amaci; ciddi olmam gereken zamanlarda sirinlik yaparak guldurmuyor mu beni, ne yapacagiz bilmem...
Meyve suyunu pipetten icmegi seviyor da eger kendi kendine biraktiysak pipeti cikarip kutudan meyve sularini etrafa saciyor!
Bu arada onu hicbirseyle oyalayamadigim zamanlarda muzik aciyorum dansediyoruz ikimiz, ben yorulup oturunca elimden tutup kaldiriyor tekrar; kendimi dugunde zannediyorum :)))
Oglum, amacim seni sikayet etmek degil, yaramazliklarini unutmamak icin kaydetmek... dahasi aklima geldikce artik ;)
***
Dislerimize bakmamiz lazim, anneye cektiysek isimiz zor!
Annemle patlamis misir yaptik, pat pat patlattik, sonra da afiyetle yedik
Annem de ben de kitapcilari cok seviyoruz, ben karistiriyorum kitaplari, annem arkamdan topluyor
Su yerdeki seyler ustune bastikca oynuyordu, cok sasirdim coook
Selim bu aralar heryere, herseye, ozellikle de evdeki sandalyelere tirmanmaga bayiliyor. Tirmanma islemimiz once sandalyeden basliyor, sandalyeden masanin ustune cikiliyor, masadan mutfagi salondan ayiran bufenin uzerinde ne var ne yoksa karistirilmaya girisiyor. Orada toz seker mi varmis, deney yapiyor etrafa serpistiriyor; tuz karabiber mi varmis, hayali yemeklerine ekiyor; babasinin cuzdani mi varmis -bu cuzdan biraz alakasiz oldu ama, babamiz oyle alakasiz yerlere birakir zaten cuzdanini :)))- hemen acilip icindekiler disariya cikariliyor; koloya mi varmis, pist pist diyerek etrafa sikiliyor...
Orayi begenmedik mi; hemen annesinin calisma masasina yoneliyor; once sandalye sonra masanin ustu; masanin ustunde karistirilmadik kutular, kagitlar, ders notlari kalmiyor; eh bu durumda yakalanirsa elbette annesi "ah oglum, vah oglum" diyerek cildiriyor.
Ellememesi gereken bir yeri mi elliyor, bir yandan kendi kendine "ayiy, emme" (hayir, elleme) diyor, biryandan son hiz karistiriyor.
Adamcigim gibi cop tenekesi en onemli favorilerinden, boyu tam yetismese de parmak uclarinda copu acip icine bakmaya, gucu yeterse icindekileri ellemeye, ve etrafta ne varsa icine atmaga calisiyor.
Disarida artik anne baba sozu dinlenmiyor, elimizden kurtulup kendi kafasina gore gezinmege calisiyor; bu gezinme nerede camur, su birikintisi, tahta, ve malesef araba varsa oraya dogru oldugundan zaman zaman tehlikeli olabiliyor. Tutup kucagimiza aldigimizda da bize bidibidibidi birseyler soyleyerek kiziyor.
Bugun giyinirken beni cildirttigi icin popisine hafifce dokundurarak odadan cikardigim icin nasil kizdi anlatamam, bidibidibidi diyerek, elini hayir isareti yaparak bana birseyler saydi, arada "baba" da diyordu, cikardigim kadariyla beni babaya sikayet etmekmis beyefendinin amaci; ciddi olmam gereken zamanlarda sirinlik yaparak guldurmuyor mu beni, ne yapacagiz bilmem...
Meyve suyunu pipetten icmegi seviyor da eger kendi kendine biraktiysak pipeti cikarip kutudan meyve sularini etrafa saciyor!
Bu arada onu hicbirseyle oyalayamadigim zamanlarda muzik aciyorum dansediyoruz ikimiz, ben yorulup oturunca elimden tutup kaldiriyor tekrar; kendimi dugunde zannediyorum :)))
Oglum, amacim seni sikayet etmek degil, yaramazliklarini unutmamak icin kaydetmek... dahasi aklima geldikce artik ;)
***
EGELİ OLMAK / Atlas 171 – Haziran 2007
Atlas dergisi'nden alinti bir yazidir.
Ara ara buram buram memleket hasreti cektigim bu gunlerde iyi geldi bu yazi bana. Bir arkadasim gondermis e-postama, cok memnun oldum.
Okurken Ayvalik'tan, Aydin daglarina ovalarina heryeri dolastim kendimce; zeytin agaclarina yaslandim, golgelerinde dinlendim, Kalamaki'de denize girdim gunbatiminda, kekik topladim daglardan avuclarima sindi kokusu.
Hey gidi memleket hey...
Not: cok uzun olmamasi acisindan guncel toplumsal iliskilerin anlatildigi bazi yerleri kestim.
***
Cunda'da gün bitmek üzere. Ilık taşların üzerine oturmuş, soğuk suyun ayaklarıma çarpışını izliyorum. Karşı kıyının belli belirsiz karaltısı yerini Midilli'nin ışıklarına bırakıyor. Tanrı doğanın sesini tam ayarında açmış gibi, rüzgâr da, kuşlar da tam zamanında ve kararında ses veriyor. Karabiber ağaçları, birden bir koku salıyor, nemli, aralıklı fakat kendini belli ederek. İnsanın hayatım kolaylaştıran bu dinginliğe benim de bir katkım olsun istiyorum. Üzerime düşeni yapıyorum ve bütün bu olan biteni bir Egeli olgunluğuyla izliyorum. Sanki dünyanın geri kalanı da böyleymiş gibi.
Didim Apollon Tapınağı'na yakın bir yerlerde büyüyen bir çocuğa bir metropoldeki hangi yapı görkemli ya da estetik gelebilir diye düşünüyorum. Bir Egelinin en çok denizi ve her an insanı yakalayan güneşi özleyeceğini fark ediyorum. Burada hırslarından arınan, sabırlı, iyi yaşamayı bilen insanlar var. Sahip olmak tutkusunun yerini sükûnet almış. Herhangi bir şeyi uzun süreler bekleyebiliyorlar. Hasat zamanını, sevdiklerini, yazı, kışı... Kolay kolay öfkelerine yenik düşmüyor, sinirlenmiyorlar bu nedenle de.
Dinginlik bir ses gibi denizden dağların içlerine kadar yayılıyor. Zaman algılarının oldukça geniş bir aralığı kapsaması, Ege'yi hem kadim hem de tarihsel kılıyor. Onların en modern yanları belki de bu, tarih.
Dünya tarihinin büyümeyen torunları, Egeliler, modern insanın hayal sığınağı topraklarda yaşarlar. O hayallerin içinde bir ömür sürerler. Birilerine ilham verir, onların kahramanları olurlar. Kutsal alanlarda yürür, birkaç mit bilir, doğayı tanır, sağlıklı beslenirler. Coğrafya ve tarih, "kusursuz bir buluşma" için burayı seçmiştir. Onlarsa, deniz kıyısına oturduklarında başka bir ülkenin ışıklarını seyrederek düş kurarlar. Zeytinyağı gibi hafif bir ruh hali içindedirler. Az sonra uçacakmış izlenimi bırakmaları belki de bundandır. Denizin de toprağın da farkındadırlar ve bu ikisini birbirinden ayırt etmezler. Dağların denize dik uzanışı bütün Ege'nin denize kavuşmak istediğini anlatır gizlice.
Kuzeyde Marmara, güneyinde ise Akdeniz ile çevrelenen Ege Bölgesi coğrafi bakımdan da yaşam alanlarını destekler. Dağların denize dik oluşu, kıyı etkisinin içlere kadar ilerlemesini sağlar. Bu nedenle dağlık ve kırsal kesimlerde de deniz havasını soluyabilir, nemden yararlanabilirsiniz. Ege hissini içlere kadar duyabilmenin formüllerinden biri de budur. Verimli alüvyon ovaları tarım çeşitliliğine olanak sağlar. Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz nehirleri ve kolları su kıtlığı çekilmemesinde rol oynar. Genel jeolojik yapısı, iklim, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, toprak yapısı ve su kaynakları ile Türkiye'nin yaşama en elverişli coğrafyası olduğu gibi, dünyada da bu denli belirgin özellikleri ile öne çıkan bir coğrafya bulmak zordur. Yaklaşık 196 bin kilometrekarelik yüzölçümü, çağlar boyunca çok kültürlü yaşamların sürülmesine tanıklık etti.
Egeli, öyle çetin şartlarla boğuşmaz ya da yaratıcılığı beslediği ileri sürülen yoksunluklarla pek karşılaşmaz. Yine de edebiyat ve bilimin, sanat ve estetiğin dünyaya dağılan kolları burada birleşir, kaynağını yine buradan alır. Anadolu'nun geri kalanına göre daha fazla refah içindedir. Çünkü burada hem deniz hem de toprak aynı anda doğurgandır. Doğurganlığı ve bereketi antikçağ İonia'sının ana Tanrıçalarından Artemis'in polymastos, yani çok memeli gövdesinde de bundan iki bin beş yüz yıl önce tasvir edilmiştir. Bu ve daha birçok tasvir Egelileri şaşırtmaz zira onların varoluşu zaten eski medeniyetlerle ilgilidir. Egeliler, kendini zaman ile besleyen tarihin göbek bağı üzerinde yaşayan insanlardır. Kısacık bir gezinti sırasında, önce tarihöncesi kalıntılara dokunup, Hellenistik bir sur duvarının kenarından yürüyüp, Roma evinin kapısından içeri girebilir, bir Osmanlı camisinde dinlenebilirler ve bunu hiç yadırgamaz, bir lütuf kabul etmezler. Bildikleri yaşam formu bu olduğundan, başka türlüsünü de kolay kolay kabullenemezler. Kıyılara yaklaştıkça Yunan radyolarından rebetikolar duyar, Dilek Yarımadası'nda yabandomuzlarını elleriyle besleyebilirler. Yabani hayvanlara, yırtıcı kuşlara alışkındırlar. Onları hem sever hem de tehlike anında ne yapılması gerektiğini bilirler. Sığacık'ta olduğu gibi bir Osmanlı kalesi içerisine sığabilir, burada mütevazı bir yaşam sürebilirler. Müzik yaşamlarının ta içindedir, fakat Trakya'daki kadar belirgin değildir. Hemen her köyde bir bağlama ustası, akşamüstü sazı eline alıp, günbatımını karşılayabilir. Klarnetin sesini, bağlamanın tınısını severler.
Ege'ye dair en bilinen söylence, Yunan mitolojisinde yer alır. Efsaneye göre, Atina Kralı Pandion'un oğlu Aigeus'un Trozen ülkesi prensesi Aithra ile birleşir. Ona eğer bir oğlu olursa babasının adını bilmeden büyütmesini söyler. Doğan çocuk Atinalıların kahramanı Theseus'tur. Delikanlılık çağına geldiğinde kendisini babasına tanıtan Theseus bundan böyle kral olan babasının yanında, onun işlerine yardımcı olur. Bu işlerden biri de Girit Adası'ndaki insan bedenli, boğa başlı Minotauros'a her yıl yedi genç kız ve erkeğin gönderilmesine engel olmaktır. Theseus'un, Girit Adası'na gidip canavarı öldürme isteğine babası eğer zaferle dönerse beyaz yelken çekmesi şartı ile onay verir. Theseus, Minotauros'u öldürmesine rağmen dönüş yomda beyaz yelken açmayı unutur ve gemisinin kara yelkenle limana döndüğünü gören babası Aigeus da kendini denize atar. O günden beri bu denizin adı Aigeus Pontos yani Aigeus Denizi olarak anılır. Bu ad da Türkçeye Ege olarak yerleşmiştir.
...
...Egeli bilhassa aşka itina eder, saygı gösterir. İlişkilerini despotluk üzerinden kurmak yerine genellikle uzlaşmacı bir tavır sergiler. Çünkü kendi ifadeleri ile Ege insanı sabırlıdır. Zeytin zamanını bekler, üzümü bekler, tütünü bekler. Yazın gelmesini, turizm mevsiminin açılmasını bekler. Bu sabır sosyal sorunlarda da olumlu etki yaratır. Egeli, kin gütmez veya kendi kanununu kendisi koymaya çalışmaz. Kanun koyma dediğimizde akla gelebilecek en başına buyruk yaklaşım efeliktir belki. Ancak efelikte düşman devlet ya da doğrudan bireyler değil, halkın çıkarlarına ters düşen, halkı zorbalıkla güç durumda bırakan ve yoksulluğa iten güçlerdi. Devletten yardım görmeyen halkın içinden bazı sivrilmiş karakterler, dağlara çıkarak zenginden alıp fakire dağıtmış, haklıyla haksızı birbirinden ayırmıştı. Bu yüzden eşkıya değil, efe sayılmışlardı.
Girit doğumlu ve Ege tutkusu ile tanınan edebiyatçı Halikarnas Balıkçısı, şair Cevat Şakir Kabaağaçlı, zeybek sözcüğünün Lydia dilindeki "obekkos" "ibakhi" kelime köklerinden türediğini söyler. Avrupalıların "roi des montagnes" yani dağların kralı dedikleri zeybeklerin çoğunluğunun çobanlıktan yetişme olduğu söylenir. Egelilere "efe nedir" diye sorduğunuzda ise sözüne güvenilir, haksızlığa karşı gelen, baskı ve güçlüklere karşı durabilen, düşünerek hareket eden, kendini dağlara ve insanların daha iyi koşullarda yaşamasına adamış bir kahramandan bahsederler. Biri, bir kez efe oldu mu yaşamının sonuna kadar buna göre davranır ve bu şekilde anılır. Bir zeybek çetesindeki hiyerarşiye göre, efeden sonra başzeybek, ondan sonra da zeybekler gelir. Zeybek çetesinde mutlaka saz çalmayı bilen biri vardır ve dağdayken sazını yanında taşır. Ege halkı zeybekleri ve zeybekliği o kadar benimser ki, ünlü efeler adına türküler de söylemiştir. Osmanlı'nın son demlerinde 1895-1910 yılları arasında İzmir, Denizli, Ödemiş ve Muğla dağlarında hâkimiyet kuran Çakıcı ya da Çakırcalı Mehmet için söylenen "İzmir'in Kavakları", Kerimoğlu Eyüp için yazılan "Kerimoğlu" zeybeği bunlar arasındadır. Bunların yanı sıra, Beşparmak (Latmos) Dağları Çavdarlı Murat Zeybek, Aydın Dağları Yörük Ali Efe ile anılır. Az sayıda kadın efe de yetişmiştir bu topraklarda; Yörük Ali Efe'nin çetesine katılan Aydınlı Çete Ayşe bunlardan biridir.
Bugün Ege dağlarında zeybekler gezmese de, efelik ve zeybeklik Egeliler için hâlâ saygın bir kavram. Kurtuluş Savaşı'nda da önemli görevler üstlenen efeler ve zeybekler Ege kültürünün yapıtaşlarından biri. Egeliler çocuklarına daha çok küçük yaşlarda zeybek giysileri alıyor ya da diktiriyor, onlara zeybek oynamayı ve bir efenin nasıl yaşaması gerektiğini gösteriyorlar. Zeybeklerin hikâyelerini anlatıyor ve danslarını öğretiyorlar. Ege'nin çocukları, zeybek adımları ile yürümeye başlıyor bu yüzden. Zeybek aynı zamanda Ege Bölgesi'nin halk dansına da adını veriyor. Zeybek oyununda erkek, aksak ve ağır ritimler eşliğinde, adeta gezindiği dağları kucaklar gibi genişçe açıyor kollarını. Kıvrak ve ani dönüşler gerçekleştiriyor. Kim bilir belki de bu şekilde arkasından gelecek kurşunları kolluyor. Dizinin üstünde yere çöktüğünde de başını hep olduğu gibi yukarıda ve dik tutuyor.
...
...Ege'nin şairlere, sanatçılara ilham vermesi hiç de şaşırtıcı değil. Yalnızca kent yaşamının değil, sanatçıların da karmaşadan kaçış noktaları hep Ege'dedir. Manisa'da 1918'de doğan Şair İlhan Berk, Anadolu'yu gezerek geçen memuriyet yaşamının sonunda Bodrum'a yerleşti. Edebiyatta daha çok "gerçekçi" akımın ilgisini çeken Ege'nin toplumsal ve coğrafi dokusu, hayal edilebilecek kadar güzeldi. Yani bilhassa edebiyatçılar için Ege, hayal kurmaya gerek bırakmayacak kadar gerçekti. Bu nedenle de onun gerçekliği bütün yazarlarda ürkütmeyen ve anlatılası bir izlenim bırakıyordu. İlhan Berk, uzun doğa yürüyüşlerine çıkıyor, otları ve taşları daha yakından inceliyor, Bodrum Kalesi'ni gezerken kendini, hep özlemini çektiği ortaçağ şövalyelerinin arasında buluyordu. Bu gezintiler, kayboluşlar şiirlerine de yansıdı: "Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum" ya da "Duydum bir ot konuşuyordu, otlar, seslere inanırlar" dizelerinden başka, kahramanlar, Homeros, doğa olayları, Ege'ye özgü ne varsa şiirine konu olmuştu. Necati Cumalı, Attila İlhan, Cevat Şakir gibi isimler ister bu topraklarda doğsunlar isterse sonradan buralara yerleşsinler, üzerinde durdukları coğrafyanın büyüsünü aktardılar. Başka yerlerin şairleri Ege'yi hayal ederken, onlar bizzat o hayalin içinde yaşama imkânı buldular.
Cevat Şakir'in "Bir kolu Kartaca'da, öbürü kuzeyde, Roma'da biten verimli hilal" dediği Ege için, antik Mısır metinleri "denizin yüreğinde yaşayan insanların memleketi" der.
...
Latif Bir Aydınlık
İlkçağ ve ortaçağda Yunan halkları Anadolu üzerinden geçen iki yol ile Pers topraklarına erişiyordu. Ticaretin ve sosyal etkileşimin bu iki anayolundan biri Efes'ten biri de bugünkü Salihli yakınlarındaki Sardes'ten (Sard) başlıyordu. Bugün o tarihte de olduğu gibi zeytin, üzüm, tütün gibi birçok mahsulün yetiştirildiği Ege'de, mermer, linyit ocakları da hem yerel hem de ulusal ekonomiye katkı sağlıyor. Çanakkale Savaşı Mülâzımsanisi Mehmed Fasih Bey, cephede tuttuğu "Kanlısırt Günlüğü"nde, sık sık "latif bir aydınlıktan" bahseder. Egeli, dört mevsim bu latif aydınlığın içinde Anadolu'nun, denize genişleyerek ilerleyen topraklan üzerinde gerçekleşen Çanakkale Savaşı ve onun belki de önsözü olan Troia Savaşı'na sahip çıkar. Yine de dünya tarihinin bu iki büyük savaşının yorgunluğunu da üzerinde taşır. Bu aydınlık sayesinde, Ege'de karanlık bir yer bulmak, ya da kendinizi bir karanlığa hapsetmek çok kolay olmayacaktır. Bu aydınlığı doğrular nitelikteki bir başka kaynak da Sümerlerin Ege için yaptığı "deniz kenarındaki güneş bahçesi" tanımıdır.
...
...Sanata düşkün İzmir halkı, alışverişini pazardan yapmayı, zeytinyağını köylerden almayı, kordonda yürümeyi sever. İzmir Fuarı zamanında şehir, Türkiye ve dünya çapında konukları ağırlar, Ege'nin birçok kentinden ve kasabasından etkinlikleri izlemeye gelenler olur. Şehrin kendine has bir düzeni ve disiplini vardır, bu nedenle de saatler süren trafik kuyrukları ya da kavgalarına pek sık rastlanmaz. Sosyal verilere baktığımızda, Ankara'da 2003 yılında beş müze bulunurken bu rakam izmir'de dokuz, Aydın'da ise dörttür.
...
...Evliya Çelebi, İzmir'e 1671 yazında gelir. Burada gördükleri sonrasında, seyahatnamesinde şu notlan düşer: "Halkı zengindir, garip dostudur. Çuha ve kıymetli kumaştan elbise giyerler. Kadınları çuha ferace, başlarına ipekli takke giyer, üzerine de ince tülbent sararlar."
Bir Akşamüstü Sofrası
Gündüz ne kadar sıcak olursa olsun Ege'de akşamüstü imbat gelir ve dünya dertlerini uzaklaştırır gibi insana önce bir ürperti verir, sonra da karabiber ağaçları ile deniz kokusuna bulaştırır. Hiçbir sofradan karnınızda anlamsız bir şişkinlikle kalkmazsınız. Türk mutfağının ağır, yağlı yemekleri yerine Ege'nin kendine özgü, "hafif yiyecekleri vardır. Önce mezeler gelir sofraya. Deniz yosunları, yabani otlar, yöreye özgü peynirler ve bol zeytinyağı katılan bu mezeler, sıradan bir günde de hazırlanabilir, düğün, eğlence zamanlarında da.
...
...Egeliyi biraz da doğa yaratır. Otları tanır ve günlük yaşamında da kullanır. Egeliler yabani otların tadı ile büyür. Antik çağlarda da çeşitli otlardan yapılan reçeteler elden ele dolaşır, Ege'de yaşayan halklar, kendilerini bu şekilde iyileştirirdi. Sağlık yurdu Bergama Asklepionu, antikçağda her yıl yüzlerce insanın şifa bulmaya geldiği yerdi. Uyku, su sesi ve müzik ile şifa verilen hastalar, hekim Tanrı Asklepios'a adaklar sunarlardı. Ölüme çare bulduğu gerekçesi ile Zeus tarafından ölümle cezalandırılan Asklepios'un yazdığı son reçetede birçok hastalığa birden iyi gelen bir formül vardı ve ölümü sırasında bu reçeteyi elinden düşürdü. Üzerine düştüğü ot, sarmısaktı. Sarımsak bugün de kırsal bölge Egelinin yaralarına kullandığı bir tür antiseptik. Bir Rum fıkrası Egelilerin otlarla ilişkisinden bahseder. Fıkra, tarlasından otlanan keçilerle birlikte bir kadını da kovan yaşlı adamla ilgilidir. Adam bunun nedenini soran arkadaşına kovma gerekçesi olarak kadının Giritli olduğunu söyler. Arkadaşı bunun ne demek olduğunu kavrayamadan, yaşlı adam Giritlilerin keçilerden daha fazla ot topladığını söyler. Ege Bölgesi'nde de durum farklı değildir. "Keçinin yediği her otu toplarız" diye söze başlayan Muğlalı Sadike Kartal, yıllarca zeytin ve tütün işinde çalışmış. Zeytini sıktıktan sonra çıkan "poşu" ile de sabun yaptıklarını anlatırken içeriden birer kalıp da bize hediye ediyor. Afyon kaymağının lezzetli olmasının nedeni de yine bu otlardır aslında. Hayvanlar yaylalarda çok çeşitli otları yiyebildikleri için hem etleri hem de süt ürünleri bu doğrultuda farklı bir tat alır. Dağlardan toplanan otlardan ıspıt, kirişotu, kuzukulağı, helisotu, kuşotu, gelincik, dulavratotu, hindiba, melengeç yalnızca birkaç tanesidir.
Deniz mahsullerini de seven Ege halkı, göç mevsimlerini, balık türlerini çok sıradan bir bilgi gibi erken yaşlarda öğrenir. Kalamar, "karadiken" dedikleri denizkestanesi, ahtapot, midye gibi daha birçoklarını deniz onlara sunar. Hamur işlerinde "pişi", "boyoz" gibi kendilerine has tarifleri vardır. Özellikle Aydın'da yoğunlaşan toprak ağalarının sofraları çok sağlıklı ve rafinedir.
Velhasıl Egeli olmak, zamanı koluna takıp gezebilmektir biraz, otları, hayvanları, kendini tanımaktır biraz da. İnsanın sınırları zorlanmaz Ege'de. Kimse kimseye ayak uydurmaya çalışmaz. Herkes kendi kadar görünür, ne daha az ne daha fazla. Yaşamın sesi tam kararında açılmıştır. Orada hiçbir canlı, kendini öne çıkarmaya çalışmaz ve bir şey söylemek için sabırla sırasının gelmesini bekler. Egeli olmak, beklemeyi, tarihe sükûnet ve olgunlukla tanıklık etmeyi bilmektir. Önce düşünmek sonra hareket etmektir, efeliktir ■
Ara ara buram buram memleket hasreti cektigim bu gunlerde iyi geldi bu yazi bana. Bir arkadasim gondermis e-postama, cok memnun oldum.
Okurken Ayvalik'tan, Aydin daglarina ovalarina heryeri dolastim kendimce; zeytin agaclarina yaslandim, golgelerinde dinlendim, Kalamaki'de denize girdim gunbatiminda, kekik topladim daglardan avuclarima sindi kokusu.
Hey gidi memleket hey...
Not: cok uzun olmamasi acisindan guncel toplumsal iliskilerin anlatildigi bazi yerleri kestim.
***
Cunda'da gün bitmek üzere. Ilık taşların üzerine oturmuş, soğuk suyun ayaklarıma çarpışını izliyorum. Karşı kıyının belli belirsiz karaltısı yerini Midilli'nin ışıklarına bırakıyor. Tanrı doğanın sesini tam ayarında açmış gibi, rüzgâr da, kuşlar da tam zamanında ve kararında ses veriyor. Karabiber ağaçları, birden bir koku salıyor, nemli, aralıklı fakat kendini belli ederek. İnsanın hayatım kolaylaştıran bu dinginliğe benim de bir katkım olsun istiyorum. Üzerime düşeni yapıyorum ve bütün bu olan biteni bir Egeli olgunluğuyla izliyorum. Sanki dünyanın geri kalanı da böyleymiş gibi.
Didim Apollon Tapınağı'na yakın bir yerlerde büyüyen bir çocuğa bir metropoldeki hangi yapı görkemli ya da estetik gelebilir diye düşünüyorum. Bir Egelinin en çok denizi ve her an insanı yakalayan güneşi özleyeceğini fark ediyorum. Burada hırslarından arınan, sabırlı, iyi yaşamayı bilen insanlar var. Sahip olmak tutkusunun yerini sükûnet almış. Herhangi bir şeyi uzun süreler bekleyebiliyorlar. Hasat zamanını, sevdiklerini, yazı, kışı... Kolay kolay öfkelerine yenik düşmüyor, sinirlenmiyorlar bu nedenle de.
Dinginlik bir ses gibi denizden dağların içlerine kadar yayılıyor. Zaman algılarının oldukça geniş bir aralığı kapsaması, Ege'yi hem kadim hem de tarihsel kılıyor. Onların en modern yanları belki de bu, tarih.
Dünya tarihinin büyümeyen torunları, Egeliler, modern insanın hayal sığınağı topraklarda yaşarlar. O hayallerin içinde bir ömür sürerler. Birilerine ilham verir, onların kahramanları olurlar. Kutsal alanlarda yürür, birkaç mit bilir, doğayı tanır, sağlıklı beslenirler. Coğrafya ve tarih, "kusursuz bir buluşma" için burayı seçmiştir. Onlarsa, deniz kıyısına oturduklarında başka bir ülkenin ışıklarını seyrederek düş kurarlar. Zeytinyağı gibi hafif bir ruh hali içindedirler. Az sonra uçacakmış izlenimi bırakmaları belki de bundandır. Denizin de toprağın da farkındadırlar ve bu ikisini birbirinden ayırt etmezler. Dağların denize dik uzanışı bütün Ege'nin denize kavuşmak istediğini anlatır gizlice.
Kuzeyde Marmara, güneyinde ise Akdeniz ile çevrelenen Ege Bölgesi coğrafi bakımdan da yaşam alanlarını destekler. Dağların denize dik oluşu, kıyı etkisinin içlere kadar ilerlemesini sağlar. Bu nedenle dağlık ve kırsal kesimlerde de deniz havasını soluyabilir, nemden yararlanabilirsiniz. Ege hissini içlere kadar duyabilmenin formüllerinden biri de budur. Verimli alüvyon ovaları tarım çeşitliliğine olanak sağlar. Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz nehirleri ve kolları su kıtlığı çekilmemesinde rol oynar. Genel jeolojik yapısı, iklim, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, toprak yapısı ve su kaynakları ile Türkiye'nin yaşama en elverişli coğrafyası olduğu gibi, dünyada da bu denli belirgin özellikleri ile öne çıkan bir coğrafya bulmak zordur. Yaklaşık 196 bin kilometrekarelik yüzölçümü, çağlar boyunca çok kültürlü yaşamların sürülmesine tanıklık etti.
Egeli, öyle çetin şartlarla boğuşmaz ya da yaratıcılığı beslediği ileri sürülen yoksunluklarla pek karşılaşmaz. Yine de edebiyat ve bilimin, sanat ve estetiğin dünyaya dağılan kolları burada birleşir, kaynağını yine buradan alır. Anadolu'nun geri kalanına göre daha fazla refah içindedir. Çünkü burada hem deniz hem de toprak aynı anda doğurgandır. Doğurganlığı ve bereketi antikçağ İonia'sının ana Tanrıçalarından Artemis'in polymastos, yani çok memeli gövdesinde de bundan iki bin beş yüz yıl önce tasvir edilmiştir. Bu ve daha birçok tasvir Egelileri şaşırtmaz zira onların varoluşu zaten eski medeniyetlerle ilgilidir. Egeliler, kendini zaman ile besleyen tarihin göbek bağı üzerinde yaşayan insanlardır. Kısacık bir gezinti sırasında, önce tarihöncesi kalıntılara dokunup, Hellenistik bir sur duvarının kenarından yürüyüp, Roma evinin kapısından içeri girebilir, bir Osmanlı camisinde dinlenebilirler ve bunu hiç yadırgamaz, bir lütuf kabul etmezler. Bildikleri yaşam formu bu olduğundan, başka türlüsünü de kolay kolay kabullenemezler. Kıyılara yaklaştıkça Yunan radyolarından rebetikolar duyar, Dilek Yarımadası'nda yabandomuzlarını elleriyle besleyebilirler. Yabani hayvanlara, yırtıcı kuşlara alışkındırlar. Onları hem sever hem de tehlike anında ne yapılması gerektiğini bilirler. Sığacık'ta olduğu gibi bir Osmanlı kalesi içerisine sığabilir, burada mütevazı bir yaşam sürebilirler. Müzik yaşamlarının ta içindedir, fakat Trakya'daki kadar belirgin değildir. Hemen her köyde bir bağlama ustası, akşamüstü sazı eline alıp, günbatımını karşılayabilir. Klarnetin sesini, bağlamanın tınısını severler.
Ege'ye dair en bilinen söylence, Yunan mitolojisinde yer alır. Efsaneye göre, Atina Kralı Pandion'un oğlu Aigeus'un Trozen ülkesi prensesi Aithra ile birleşir. Ona eğer bir oğlu olursa babasının adını bilmeden büyütmesini söyler. Doğan çocuk Atinalıların kahramanı Theseus'tur. Delikanlılık çağına geldiğinde kendisini babasına tanıtan Theseus bundan böyle kral olan babasının yanında, onun işlerine yardımcı olur. Bu işlerden biri de Girit Adası'ndaki insan bedenli, boğa başlı Minotauros'a her yıl yedi genç kız ve erkeğin gönderilmesine engel olmaktır. Theseus'un, Girit Adası'na gidip canavarı öldürme isteğine babası eğer zaferle dönerse beyaz yelken çekmesi şartı ile onay verir. Theseus, Minotauros'u öldürmesine rağmen dönüş yomda beyaz yelken açmayı unutur ve gemisinin kara yelkenle limana döndüğünü gören babası Aigeus da kendini denize atar. O günden beri bu denizin adı Aigeus Pontos yani Aigeus Denizi olarak anılır. Bu ad da Türkçeye Ege olarak yerleşmiştir.
...
...Egeli bilhassa aşka itina eder, saygı gösterir. İlişkilerini despotluk üzerinden kurmak yerine genellikle uzlaşmacı bir tavır sergiler. Çünkü kendi ifadeleri ile Ege insanı sabırlıdır. Zeytin zamanını bekler, üzümü bekler, tütünü bekler. Yazın gelmesini, turizm mevsiminin açılmasını bekler. Bu sabır sosyal sorunlarda da olumlu etki yaratır. Egeli, kin gütmez veya kendi kanununu kendisi koymaya çalışmaz. Kanun koyma dediğimizde akla gelebilecek en başına buyruk yaklaşım efeliktir belki. Ancak efelikte düşman devlet ya da doğrudan bireyler değil, halkın çıkarlarına ters düşen, halkı zorbalıkla güç durumda bırakan ve yoksulluğa iten güçlerdi. Devletten yardım görmeyen halkın içinden bazı sivrilmiş karakterler, dağlara çıkarak zenginden alıp fakire dağıtmış, haklıyla haksızı birbirinden ayırmıştı. Bu yüzden eşkıya değil, efe sayılmışlardı.
Girit doğumlu ve Ege tutkusu ile tanınan edebiyatçı Halikarnas Balıkçısı, şair Cevat Şakir Kabaağaçlı, zeybek sözcüğünün Lydia dilindeki "obekkos" "ibakhi" kelime köklerinden türediğini söyler. Avrupalıların "roi des montagnes" yani dağların kralı dedikleri zeybeklerin çoğunluğunun çobanlıktan yetişme olduğu söylenir. Egelilere "efe nedir" diye sorduğunuzda ise sözüne güvenilir, haksızlığa karşı gelen, baskı ve güçlüklere karşı durabilen, düşünerek hareket eden, kendini dağlara ve insanların daha iyi koşullarda yaşamasına adamış bir kahramandan bahsederler. Biri, bir kez efe oldu mu yaşamının sonuna kadar buna göre davranır ve bu şekilde anılır. Bir zeybek çetesindeki hiyerarşiye göre, efeden sonra başzeybek, ondan sonra da zeybekler gelir. Zeybek çetesinde mutlaka saz çalmayı bilen biri vardır ve dağdayken sazını yanında taşır. Ege halkı zeybekleri ve zeybekliği o kadar benimser ki, ünlü efeler adına türküler de söylemiştir. Osmanlı'nın son demlerinde 1895-1910 yılları arasında İzmir, Denizli, Ödemiş ve Muğla dağlarında hâkimiyet kuran Çakıcı ya da Çakırcalı Mehmet için söylenen "İzmir'in Kavakları", Kerimoğlu Eyüp için yazılan "Kerimoğlu" zeybeği bunlar arasındadır. Bunların yanı sıra, Beşparmak (Latmos) Dağları Çavdarlı Murat Zeybek, Aydın Dağları Yörük Ali Efe ile anılır. Az sayıda kadın efe de yetişmiştir bu topraklarda; Yörük Ali Efe'nin çetesine katılan Aydınlı Çete Ayşe bunlardan biridir.
Bugün Ege dağlarında zeybekler gezmese de, efelik ve zeybeklik Egeliler için hâlâ saygın bir kavram. Kurtuluş Savaşı'nda da önemli görevler üstlenen efeler ve zeybekler Ege kültürünün yapıtaşlarından biri. Egeliler çocuklarına daha çok küçük yaşlarda zeybek giysileri alıyor ya da diktiriyor, onlara zeybek oynamayı ve bir efenin nasıl yaşaması gerektiğini gösteriyorlar. Zeybeklerin hikâyelerini anlatıyor ve danslarını öğretiyorlar. Ege'nin çocukları, zeybek adımları ile yürümeye başlıyor bu yüzden. Zeybek aynı zamanda Ege Bölgesi'nin halk dansına da adını veriyor. Zeybek oyununda erkek, aksak ve ağır ritimler eşliğinde, adeta gezindiği dağları kucaklar gibi genişçe açıyor kollarını. Kıvrak ve ani dönüşler gerçekleştiriyor. Kim bilir belki de bu şekilde arkasından gelecek kurşunları kolluyor. Dizinin üstünde yere çöktüğünde de başını hep olduğu gibi yukarıda ve dik tutuyor.
...
...Ege'nin şairlere, sanatçılara ilham vermesi hiç de şaşırtıcı değil. Yalnızca kent yaşamının değil, sanatçıların da karmaşadan kaçış noktaları hep Ege'dedir. Manisa'da 1918'de doğan Şair İlhan Berk, Anadolu'yu gezerek geçen memuriyet yaşamının sonunda Bodrum'a yerleşti. Edebiyatta daha çok "gerçekçi" akımın ilgisini çeken Ege'nin toplumsal ve coğrafi dokusu, hayal edilebilecek kadar güzeldi. Yani bilhassa edebiyatçılar için Ege, hayal kurmaya gerek bırakmayacak kadar gerçekti. Bu nedenle de onun gerçekliği bütün yazarlarda ürkütmeyen ve anlatılası bir izlenim bırakıyordu. İlhan Berk, uzun doğa yürüyüşlerine çıkıyor, otları ve taşları daha yakından inceliyor, Bodrum Kalesi'ni gezerken kendini, hep özlemini çektiği ortaçağ şövalyelerinin arasında buluyordu. Bu gezintiler, kayboluşlar şiirlerine de yansıdı: "Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum" ya da "Duydum bir ot konuşuyordu, otlar, seslere inanırlar" dizelerinden başka, kahramanlar, Homeros, doğa olayları, Ege'ye özgü ne varsa şiirine konu olmuştu. Necati Cumalı, Attila İlhan, Cevat Şakir gibi isimler ister bu topraklarda doğsunlar isterse sonradan buralara yerleşsinler, üzerinde durdukları coğrafyanın büyüsünü aktardılar. Başka yerlerin şairleri Ege'yi hayal ederken, onlar bizzat o hayalin içinde yaşama imkânı buldular.
Cevat Şakir'in "Bir kolu Kartaca'da, öbürü kuzeyde, Roma'da biten verimli hilal" dediği Ege için, antik Mısır metinleri "denizin yüreğinde yaşayan insanların memleketi" der.
...
Latif Bir Aydınlık
İlkçağ ve ortaçağda Yunan halkları Anadolu üzerinden geçen iki yol ile Pers topraklarına erişiyordu. Ticaretin ve sosyal etkileşimin bu iki anayolundan biri Efes'ten biri de bugünkü Salihli yakınlarındaki Sardes'ten (Sard) başlıyordu. Bugün o tarihte de olduğu gibi zeytin, üzüm, tütün gibi birçok mahsulün yetiştirildiği Ege'de, mermer, linyit ocakları da hem yerel hem de ulusal ekonomiye katkı sağlıyor. Çanakkale Savaşı Mülâzımsanisi Mehmed Fasih Bey, cephede tuttuğu "Kanlısırt Günlüğü"nde, sık sık "latif bir aydınlıktan" bahseder. Egeli, dört mevsim bu latif aydınlığın içinde Anadolu'nun, denize genişleyerek ilerleyen topraklan üzerinde gerçekleşen Çanakkale Savaşı ve onun belki de önsözü olan Troia Savaşı'na sahip çıkar. Yine de dünya tarihinin bu iki büyük savaşının yorgunluğunu da üzerinde taşır. Bu aydınlık sayesinde, Ege'de karanlık bir yer bulmak, ya da kendinizi bir karanlığa hapsetmek çok kolay olmayacaktır. Bu aydınlığı doğrular nitelikteki bir başka kaynak da Sümerlerin Ege için yaptığı "deniz kenarındaki güneş bahçesi" tanımıdır.
...
...Sanata düşkün İzmir halkı, alışverişini pazardan yapmayı, zeytinyağını köylerden almayı, kordonda yürümeyi sever. İzmir Fuarı zamanında şehir, Türkiye ve dünya çapında konukları ağırlar, Ege'nin birçok kentinden ve kasabasından etkinlikleri izlemeye gelenler olur. Şehrin kendine has bir düzeni ve disiplini vardır, bu nedenle de saatler süren trafik kuyrukları ya da kavgalarına pek sık rastlanmaz. Sosyal verilere baktığımızda, Ankara'da 2003 yılında beş müze bulunurken bu rakam izmir'de dokuz, Aydın'da ise dörttür.
...
...Evliya Çelebi, İzmir'e 1671 yazında gelir. Burada gördükleri sonrasında, seyahatnamesinde şu notlan düşer: "Halkı zengindir, garip dostudur. Çuha ve kıymetli kumaştan elbise giyerler. Kadınları çuha ferace, başlarına ipekli takke giyer, üzerine de ince tülbent sararlar."
Bir Akşamüstü Sofrası
Gündüz ne kadar sıcak olursa olsun Ege'de akşamüstü imbat gelir ve dünya dertlerini uzaklaştırır gibi insana önce bir ürperti verir, sonra da karabiber ağaçları ile deniz kokusuna bulaştırır. Hiçbir sofradan karnınızda anlamsız bir şişkinlikle kalkmazsınız. Türk mutfağının ağır, yağlı yemekleri yerine Ege'nin kendine özgü, "hafif yiyecekleri vardır. Önce mezeler gelir sofraya. Deniz yosunları, yabani otlar, yöreye özgü peynirler ve bol zeytinyağı katılan bu mezeler, sıradan bir günde de hazırlanabilir, düğün, eğlence zamanlarında da.
...
...Egeliyi biraz da doğa yaratır. Otları tanır ve günlük yaşamında da kullanır. Egeliler yabani otların tadı ile büyür. Antik çağlarda da çeşitli otlardan yapılan reçeteler elden ele dolaşır, Ege'de yaşayan halklar, kendilerini bu şekilde iyileştirirdi. Sağlık yurdu Bergama Asklepionu, antikçağda her yıl yüzlerce insanın şifa bulmaya geldiği yerdi. Uyku, su sesi ve müzik ile şifa verilen hastalar, hekim Tanrı Asklepios'a adaklar sunarlardı. Ölüme çare bulduğu gerekçesi ile Zeus tarafından ölümle cezalandırılan Asklepios'un yazdığı son reçetede birçok hastalığa birden iyi gelen bir formül vardı ve ölümü sırasında bu reçeteyi elinden düşürdü. Üzerine düştüğü ot, sarmısaktı. Sarımsak bugün de kırsal bölge Egelinin yaralarına kullandığı bir tür antiseptik. Bir Rum fıkrası Egelilerin otlarla ilişkisinden bahseder. Fıkra, tarlasından otlanan keçilerle birlikte bir kadını da kovan yaşlı adamla ilgilidir. Adam bunun nedenini soran arkadaşına kovma gerekçesi olarak kadının Giritli olduğunu söyler. Arkadaşı bunun ne demek olduğunu kavrayamadan, yaşlı adam Giritlilerin keçilerden daha fazla ot topladığını söyler. Ege Bölgesi'nde de durum farklı değildir. "Keçinin yediği her otu toplarız" diye söze başlayan Muğlalı Sadike Kartal, yıllarca zeytin ve tütün işinde çalışmış. Zeytini sıktıktan sonra çıkan "poşu" ile de sabun yaptıklarını anlatırken içeriden birer kalıp da bize hediye ediyor. Afyon kaymağının lezzetli olmasının nedeni de yine bu otlardır aslında. Hayvanlar yaylalarda çok çeşitli otları yiyebildikleri için hem etleri hem de süt ürünleri bu doğrultuda farklı bir tat alır. Dağlardan toplanan otlardan ıspıt, kirişotu, kuzukulağı, helisotu, kuşotu, gelincik, dulavratotu, hindiba, melengeç yalnızca birkaç tanesidir.
Deniz mahsullerini de seven Ege halkı, göç mevsimlerini, balık türlerini çok sıradan bir bilgi gibi erken yaşlarda öğrenir. Kalamar, "karadiken" dedikleri denizkestanesi, ahtapot, midye gibi daha birçoklarını deniz onlara sunar. Hamur işlerinde "pişi", "boyoz" gibi kendilerine has tarifleri vardır. Özellikle Aydın'da yoğunlaşan toprak ağalarının sofraları çok sağlıklı ve rafinedir.
Velhasıl Egeli olmak, zamanı koluna takıp gezebilmektir biraz, otları, hayvanları, kendini tanımaktır biraz da. İnsanın sınırları zorlanmaz Ege'de. Kimse kimseye ayak uydurmaya çalışmaz. Herkes kendi kadar görünür, ne daha az ne daha fazla. Yaşamın sesi tam kararında açılmıştır. Orada hiçbir canlı, kendini öne çıkarmaya çalışmaz ve bir şey söylemek için sabırla sırasının gelmesini bekler. Egeli olmak, beklemeyi, tarihe sükûnet ve olgunlukla tanıklık etmeyi bilmektir. Önce düşünmek sonra hareket etmektir, efeliktir ■
14 Haziran 2007 Perşembe
Safari
Yok, su Afrika'da yapilan gezilerden sozetmiyorum ben.
Apple kullananlar bilirler zaten Safari, Mac'lerde kullanilan internet gezicisi.
Apple'in herseyini oldum olasi begenen bir sahsiyet olarak, Safari'nin artik PC kullanicilari icin de mevcut oldugunu haber vermek istedim. Safari'nin internet explorerdan 2 kat, firfox'dan da 1.6 kat daha hizli ve guvenilir oldugu soyleniyor.
Kullanip gormek isteyen PC kullanicilari Safari'yi buradan indirebilirler.
Not: Bu yazi icin Apple Inc.'den 5 kurus dahi almadim ben ;)
Apple kullananlar bilirler zaten Safari, Mac'lerde kullanilan internet gezicisi.
Apple'in herseyini oldum olasi begenen bir sahsiyet olarak, Safari'nin artik PC kullanicilari icin de mevcut oldugunu haber vermek istedim. Safari'nin internet explorerdan 2 kat, firfox'dan da 1.6 kat daha hizli ve guvenilir oldugu soyleniyor.
Kullanip gormek isteyen PC kullanicilari Safari'yi buradan indirebilirler.
Not: Bu yazi icin Apple Inc.'den 5 kurus dahi almadim ben ;)
9 Haziran 2007 Cumartesi
Tekrar, tekrar, herkes icin her daim Kucuk Prens
"Alti yaşimdayken, ilk çagin ormanlarini anlatan “Gerçek Öyküler” adli bir kitapta çok güzel bir resim görmüştüm.
Bir boa yilani avini yutmak üzereyken resmedilmişti Işte bu çizimin bir kopyasi:
Kitapta şunlar yaziliydi: “Boa yilani avini çignemeden, bütün olarak yutar ve hareket edemez hale gelir. Sonra da onu sindirebilmek için alti ay boyunca uyur.”
Bu orman maceralari üzerinde uzun uzun düşündüm, sonra renkli bir kalemle ilk resmimi yapmayi başardim. 1 No’lu resmim işte şöyle bir şeydi:
Şaheserimi büyüklere gösterdim ve korkup korkmadiklarini sordum. Ama onlar:”Korkmak mi? Bir şapkadan niye korkalim ki?”dediler.
Oysa çizdigim resim bir şapkaya ait degildi. Koca bir fili sindirmekte olan bir boa yilanini çizmiştim ben. Neyse, büyükler anlayabilsin diye başka bir resim daha çizdim. Bu kez boa yilaninin midesindeki fili açik seçik göstermiştim. Şu büyüklere hep açiklama yapmak gerekiyor. Ikinci resmim ise şöyle bir şey oldu:
Bu kez büyüklerin cevabi boa yilanini içten ya da diştan çizmeyi bir yana birakip, cografya, tarih, aritmetik ve gramerle ilgilenmemi tavsiye etmek oldu. Böylece alti yaşimdayken resim kariyerimi terk etmek zorunda kaldim. Ilk iki resmimin başarisiz olmasi beni hayal kirikligina ugratmişti Büyükler kendi başlarina hiçbir şeyi anlayamiyor, çocuklar ise ayni şeyin tekrar tekrar anlatilmasindan sikiliyorlardi.
Bu yüzden başka bir meslek seçmek zorunda kaldim ve pilot oldum. Dünyanin hemen hemen her yerine uçtum. Dogrusunu isterseniz, cografya bilgilerim çok işime yaradi. Şimdi bir bakişta Çin ile Arizona’yi birbirinden ayirabiliyorum. Ayrica gece vakti kayboldugunuzda cografya çok işinize yarar.
Neyse, meslegim geregi , yaşamim boyunca birçok önemli insanla bir arada bulundum. Büyüklerle çok vakit geçirdim. Ama korkarim bu yakin ilişkiler bile benim onlar hakkindaki düşüncelerimi degiştirmedi.
Ne zaman yeterince zeki oldugunu düşündügüm biriyle karşilaşsam, ona hemen 1 No’lu resmimi gösterdim. (Bu resmi hep yanimda taşiyordum, çünkü ilk deneyimimdi.) Bakalim onu gerçekten anlayabilecek miydi. Ama hepsi bunun bir şapka oldugunu söylediler. Bu yüzden ben de boa yilanlarindan, ilk çagdaki ormanlardan, ya da yildizlardan bahsetmeyi birakip onlarin seviyesine indim. Onlarla briç, golf, politika ve boyun baglari hakkinda konuştum. Böylece bu yetişkinler benim gibi duyarli biriyle karşilaştiklari için mutlu oldular."
Kucuk Prens'i ilk ne zaman okudugumu animsamayacak kadar kucuktum. Ince uzun -normal kitaplardan eni daha kucuk olan- bi baskisi vardi elimde. Hatta Can yayinlarindan olan basimi cok sonra cikmisti diye hatirliyorum. Herneyse okudugumda cok sevmis, bir solukta bitirmistim -hos, o zamanlar cogu kitabi hemen bitirirdim; hatta bir kitaba cok iyi hatirliyorum, sabah annem ve babam ise gittikten sonra baslamis, onlar ogle yemegi icin eve gelmeden ve ben o zaman icin "oglenci" oldugum icin okula gitmeden bitirmistim, hey gidi gunler... Herneyse, ne diyordum Kucuk Prens de boyle bir solukta okudugum kitaplardan biriydi; tek farki zaman zaman cesitli bolumlerini tekrar okumus olmamdi ama belki on senedir hic donup bakmamistim.
Kucuk Prens okumadiysaniz okumak, okuduysaniz tekrar okumak ve cocuklariniza okutturmak icin burada ve burada.
Iyi okumalar...
2007
Ilan ediyorum ki 2007 yeni bir "bebek patlamasi" yasandigi bir donem oluyor. Bu gozlemim hem gercek hem de sanal dunya icin gecerli.
Ozellikle blog dunyasinda yilbasindan beri varolan hamilelik durumlari sonuclarini veriyor; 2007nin bahar ve yaz aylari pekcok minnos bebisi agirliyor.
Bunun yanisira gercek anlamda cevremde de pekcok hamile oldugunu belirtmeliyim. Cogunun da dogum zamani ya haziran sonu, ya da temmuz basi. Gecen gun oturup saydim da reel anlamda su son zamanlarda bebegi olmus, ve yakin zamanda olacak cevremde tanidigim insan sayisi -Turk ve Amerikali dahil- 15den fazla. Eh buna bir de blog dunyasi arkadaslarimizi eklersek 30dan da yuksek bir rakam cikiyor ki sanirim bu benim bebek patlamasi sonucum icin yeterli bir orneklem.
Yalniz birseyi cok kestiremedim, acaba bu yil (2007) de doganlar -ve cinsiyeti belli olan dogmus olacaklar- genelde kiz mi erkek mi? Bana sanki bu yil erkeklerin cogunlukta oldugu bir donemmis gibi geliyor ama, hadi bakalim minik bir arastirma yapalim:
Bunun yanisira soyle de bir gozlem yapacagim ki yeni bebekleri olacak ailelerde hernedense -gerci nedeni malum gibi ama- hep anneler blog yaziyor. Siz hic bir baba blogu gordunuz mu? Yoksa gercekten de bebekleri leylekler mi getiriyor ;)???
7 Haziran 2007 Perşembe
Takmayacaksin...Tak... Ne takintisi???
Heeeeey! En sevindigim sey sobelenmek ;). Hosuma gidiyor boyle arada cikan seyler. Simdi de sevgili Iremmm sobelemis beni hayatimizdaki takintilar konusunda. Dusunmem gerekiyor sanirim cunku fazla takintili degilim gibi geliyor; oyle miyim? Bilmem, gorecegiz:
- Sut, yogurt vb. seylerdeki kaymak dilime asla ve asla degmemelidir; icim kalkar, tuylerim diken diken olur; yemege devam edemem...
- Bir baskasinin kafama degmesinden kesinlikle hoslanmam! Bu da bir takinti sanirim.
- Turkiyedeyken araba plakasi okuma takintim vardi, okuyup kelime turetirdim mutlaka, burada yok cok sukur.
- Her ne kadar son zamanlarda bu konuda baya yol aldigimi artik daha rahat oldugumu dusunsem de evham takintim vardir. Ya soyle olursa, sonra da su olursa, ve soyle olup sonucu su olursa diye bazi seyleri cok kurmuslugum vardir. Bu genelde cesitli hastaliklar konusunda gecerlidir.
- Banyoda kendi kendime konusma ve rol yapma takintim vardir.
Baska, baska, baska... Bilmiyorum, aklima gelenler bunlar -olursa daha eklerim.
Benim takintilarim sayi olarak fazla olmasa da cidden cok tepkili oldugum takintilar sanirim, ozellikle de ilk iki madde konusunda cidden cok hassasim...
Iste boyle! Ben de hemmeeeeeeeen uc kisiyi sobeliyorum -kac kisiyi sobelememiz soylenmemis, ben uc diyorum ;)
Annevebebisi, Ekmekcikiz, ve Ayse sobe sobe sobe!
5 Haziran 2007 Salı
Cal, kanunum caaal...
Oldum olasi "klasik" muzikleri sevmisimdir.
Klasik bati muzigi kulturum, bir zamanlar sadece klasik bati muzigi calan TRT3 dinlemege baslamamla, ve sonra kendi cabalarimla gelisti.
Klasik Turk sanat muzigini ise anneannem ve dedem sayesinde sevdim. Cocuklugumun anilarinin guzel bir kosesinde televizyonda (cogunlukla TRT1) cikan Turk sanat muzigi korolarini -hani su tek tip giyinmis onde kadinlarin, arkada erkek vokallerin oldugu gruplar- anneannem ve dedemle birlikte dinleyisimiz ve onlara eslik edisimiz var. Bu yuzdendir ki kimilerini sasirtacak genislikte turk sanat muzigi parcalarini bilirim, repertuarim genistir yani ;)
Klasik Turk sanat muziginde en cok sevdigim muzik aleti de kanundur; sesi bir yana calinisindaki estetik de ayrica hosuma gider. Icimde bir uktedir kanun calmak. Zamaninda televizyonda o program aralarinda cikip kanun calan kiza da cok ozenirdim. Rahmetli dedem de "sumuklu kizim, sen de kanun calmayi ogrensen de bize calsan" derdi zaman zaman... "doktor ol kizim" dedigi gibi :)))...
Kanundan bahsedip size -kanun severseniz eger- sadece kanunla calinmis parcalarin oldugu su linki vereyim. Asagida da kanunun agirlikta odugu iki parca var. Ikincisi slow nihavent diye gectigi halde, bence gayeeet oynak bir parca. Seversiniz umarim ;)
Klasik bati muzigi kulturum, bir zamanlar sadece klasik bati muzigi calan TRT3 dinlemege baslamamla, ve sonra kendi cabalarimla gelisti.
Klasik Turk sanat muzigini ise anneannem ve dedem sayesinde sevdim. Cocuklugumun anilarinin guzel bir kosesinde televizyonda (cogunlukla TRT1) cikan Turk sanat muzigi korolarini -hani su tek tip giyinmis onde kadinlarin, arkada erkek vokallerin oldugu gruplar- anneannem ve dedemle birlikte dinleyisimiz ve onlara eslik edisimiz var. Bu yuzdendir ki kimilerini sasirtacak genislikte turk sanat muzigi parcalarini bilirim, repertuarim genistir yani ;)
Klasik Turk sanat muziginde en cok sevdigim muzik aleti de kanundur; sesi bir yana calinisindaki estetik de ayrica hosuma gider. Icimde bir uktedir kanun calmak. Zamaninda televizyonda o program aralarinda cikip kanun calan kiza da cok ozenirdim. Rahmetli dedem de "sumuklu kizim, sen de kanun calmayi ogrensen de bize calsan" derdi zaman zaman... "doktor ol kizim" dedigi gibi :)))...
Kanundan bahsedip size -kanun severseniz eger- sadece kanunla calinmis parcalarin oldugu su linki vereyim. Asagida da kanunun agirlikta odugu iki parca var. Ikincisi slow nihavent diye gectigi halde, bence gayeeet oynak bir parca. Seversiniz umarim ;)
4 Haziran 2007 Pazartesi
XXIII. DÖNEM MİLLETVEKİLİ GENEL SEÇİMİ ve ben...
Secimlerle ilgili haberler gazetelerin baskosesinde. Hemen hemen her gazete yuksek secim kurulu'nun web sayfasina link veriyor ki nerede oy kullanacaginizi bulasiniz...
Ben de kimlik numaramla arastirma yapinca gordum ki onceki secimde de yurt disinda olmamdan oturu oy kullanamadigim halde benim de hala bir sandigim var :)))
Gorunen o ki ben surada oy kullanacakmisim:
22/07/2007 tarihli XXIII. DÖNEM MİLLETVEKİLİ GENEL SEÇİMİ adlı seçimde oy verme yeri: OY VERECEĞİNİZ YER DOSTELLER İŞİTME ENGELLİLER İ.Ö.OKULU
SANDIK NUMARASI 2320
ADRES GÖZTEPE MAH./ KADIKÖY/ İSTANBUL
Memleketimde hala benimle ilgili bir kaydin kuydun olmasi her ne kadar beni mutlu etse de oy kullanamayacak olmaktan ve bunu ne sekilde bildirmem gerektigini bilmemekten pek de memnun degilim...
Ben de kimlik numaramla arastirma yapinca gordum ki onceki secimde de yurt disinda olmamdan oturu oy kullanamadigim halde benim de hala bir sandigim var :)))
Gorunen o ki ben surada oy kullanacakmisim:
22/07/2007 tarihli XXIII. DÖNEM MİLLETVEKİLİ GENEL SEÇİMİ adlı seçimde oy verme yeri: OY VERECEĞİNİZ YER DOSTELLER İŞİTME ENGELLİLER İ.Ö.OKULU
SANDIK NUMARASI 2320
ADRES GÖZTEPE MAH./ KADIKÖY/ İSTANBUL
Memleketimde hala benimle ilgili bir kaydin kuydun olmasi her ne kadar beni mutlu etse de oy kullanamayacak olmaktan ve bunu ne sekilde bildirmem gerektigini bilmemekten pek de memnun degilim...
Bu sabah...
Bu sabah cok guzel bir gune uyanmadim, cok kotu bir gune uyandigimi sandim hatta; bilmiyorum belki de oylesine bir gundu iste...
Ben okula giderken Selim agladi; onun gozlerindeki yasi unutmadim...
Sonra Sebo bir mail gonderdi:
Mutlu oldum!
Hayat tum inis cikislarina ragmen guzel!
Ben okula giderken Selim agladi; onun gozlerindeki yasi unutmadim...
Sonra Sebo bir mail gonderdi:
Mutlu oldum!
Hayat tum inis cikislarina ragmen guzel!
1 Haziran 2007 Cuma
La Luna
Neden bilmiyorum, oysa ki cok kolaymis!, bir turlu becerememistim su ay evrelerini gosteren resmi koymagi bloguma.
Cok istemistim, cunku cok severim ay'i ben; ozellikle de dolunay'i, ki bugun bulutsuz bir gece gecirirsek sayet tam bir dolunay izleyebilecegiz.
Dolunay dendiginde hep bir otoyolda giderken, gunesin de batmakta oldugu bir zaman diliminde karsimda cikan kocaaaamaaan, kayisi rengindeki kizil-sari buyuleyici dolunay manzarasini animsarim once. Sonra da bir Akdeniz kasabasinda dogudan dogan dolunayin gecenin bir vakti, denizin ustundeki yakomozu ve o anda denize girisimi. Daldigimda suya yakamoz isiklari denizin icinde pul pul pirlanta gibi parliyordu; o da muhtesemdi.
Velhasil, ay'i, ozellikle de dolunayi cok severim ben.
Hosgeldin ay takvimi, ben senden sikilana kadar buradasin ;)
Cok istemistim, cunku cok severim ay'i ben; ozellikle de dolunay'i, ki bugun bulutsuz bir gece gecirirsek sayet tam bir dolunay izleyebilecegiz.
Dolunay dendiginde hep bir otoyolda giderken, gunesin de batmakta oldugu bir zaman diliminde karsimda cikan kocaaaamaaan, kayisi rengindeki kizil-sari buyuleyici dolunay manzarasini animsarim once. Sonra da bir Akdeniz kasabasinda dogudan dogan dolunayin gecenin bir vakti, denizin ustundeki yakomozu ve o anda denize girisimi. Daldigimda suya yakamoz isiklari denizin icinde pul pul pirlanta gibi parliyordu; o da muhtesemdi.
Velhasil, ay'i, ozellikle de dolunayi cok severim ben.
Hosgeldin ay takvimi, ben senden sikilana kadar buradasin ;)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)