Atlas dergisi'nden alinti bir yazidir.
Ara ara buram buram memleket hasreti cektigim bu gunlerde iyi geldi bu yazi bana. Bir arkadasim gondermis e-postama, cok memnun oldum.
Okurken Ayvalik'tan, Aydin daglarina ovalarina heryeri dolastim kendimce; zeytin agaclarina yaslandim, golgelerinde dinlendim, Kalamaki'de denize girdim gunbatiminda, kekik topladim daglardan avuclarima sindi kokusu.
Hey gidi memleket hey...
Not: cok uzun olmamasi acisindan guncel toplumsal iliskilerin anlatildigi bazi yerleri kestim.
***
Cunda'da gün bitmek üzere. Ilık taşların üzerine oturmuş, soğuk suyun ayaklarıma çarpışını izliyorum. Karşı kıyının belli belirsiz karaltısı yerini Midilli'nin ışıklarına bırakıyor. Tanrı doğanın sesini tam ayarında açmış gibi, rüzgâr da, kuşlar da tam zamanında ve kararında ses veriyor. Karabiber ağaçları, birden bir koku salıyor, nemli, aralıklı fakat kendini belli ederek. İnsanın hayatım kolaylaştıran bu dinginliğe benim de bir katkım olsun istiyorum. Üzerime düşeni yapıyorum ve bütün bu olan biteni bir Egeli olgunluğuyla izliyorum. Sanki dünyanın geri kalanı da böyleymiş gibi.
Didim Apollon Tapınağı'na yakın bir yerlerde büyüyen bir çocuğa bir metropoldeki hangi yapı görkemli ya da estetik gelebilir diye düşünüyorum. Bir Egelinin en çok denizi ve her an insanı yakalayan güneşi özleyeceğini fark ediyorum. Burada hırslarından arınan, sabırlı, iyi yaşamayı bilen insanlar var. Sahip olmak tutkusunun yerini sükûnet almış. Herhangi bir şeyi uzun süreler bekleyebiliyorlar. Hasat zamanını, sevdiklerini, yazı, kışı... Kolay kolay öfkelerine yenik düşmüyor, sinirlenmiyorlar bu nedenle de.
Dinginlik bir ses gibi denizden dağların içlerine kadar yayılıyor. Zaman algılarının oldukça geniş bir aralığı kapsaması, Ege'yi hem kadim hem de tarihsel kılıyor. Onların en modern yanları belki de bu, tarih.
Dünya tarihinin büyümeyen torunları, Egeliler, modern insanın hayal sığınağı topraklarda yaşarlar. O hayallerin içinde bir ömür sürerler. Birilerine ilham verir, onların kahramanları olurlar. Kutsal alanlarda yürür, birkaç mit bilir, doğayı tanır, sağlıklı beslenirler. Coğrafya ve tarih, "kusursuz bir buluşma" için burayı seçmiştir. Onlarsa, deniz kıyısına oturduklarında başka bir ülkenin ışıklarını seyrederek düş kurarlar. Zeytinyağı gibi hafif bir ruh hali içindedirler. Az sonra uçacakmış izlenimi bırakmaları belki de bundandır. Denizin de toprağın da farkındadırlar ve bu ikisini birbirinden ayırt etmezler. Dağların denize dik uzanışı bütün Ege'nin denize kavuşmak istediğini anlatır gizlice.
Kuzeyde Marmara, güneyinde ise Akdeniz ile çevrelenen Ege Bölgesi coğrafi bakımdan da yaşam alanlarını destekler. Dağların denize dik oluşu, kıyı etkisinin içlere kadar ilerlemesini sağlar. Bu nedenle dağlık ve kırsal kesimlerde de deniz havasını soluyabilir, nemden yararlanabilirsiniz. Ege hissini içlere kadar duyabilmenin formüllerinden biri de budur. Verimli alüvyon ovaları tarım çeşitliliğine olanak sağlar. Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz nehirleri ve kolları su kıtlığı çekilmemesinde rol oynar. Genel jeolojik yapısı, iklim, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, toprak yapısı ve su kaynakları ile Türkiye'nin yaşama en elverişli coğrafyası olduğu gibi, dünyada da bu denli belirgin özellikleri ile öne çıkan bir coğrafya bulmak zordur. Yaklaşık 196 bin kilometrekarelik yüzölçümü, çağlar boyunca çok kültürlü yaşamların sürülmesine tanıklık etti.
Egeli, öyle çetin şartlarla boğuşmaz ya da yaratıcılığı beslediği ileri sürülen yoksunluklarla pek karşılaşmaz. Yine de edebiyat ve bilimin, sanat ve estetiğin dünyaya dağılan kolları burada birleşir, kaynağını yine buradan alır. Anadolu'nun geri kalanına göre daha fazla refah içindedir. Çünkü burada hem deniz hem de toprak aynı anda doğurgandır. Doğurganlığı ve bereketi antikçağ İonia'sının ana Tanrıçalarından Artemis'in polymastos, yani çok memeli gövdesinde de bundan iki bin beş yüz yıl önce tasvir edilmiştir. Bu ve daha birçok tasvir Egelileri şaşırtmaz zira onların varoluşu zaten eski medeniyetlerle ilgilidir. Egeliler, kendini zaman ile besleyen tarihin göbek bağı üzerinde yaşayan insanlardır. Kısacık bir gezinti sırasında, önce tarihöncesi kalıntılara dokunup, Hellenistik bir sur duvarının kenarından yürüyüp, Roma evinin kapısından içeri girebilir, bir Osmanlı camisinde dinlenebilirler ve bunu hiç yadırgamaz, bir lütuf kabul etmezler. Bildikleri yaşam formu bu olduğundan, başka türlüsünü de kolay kolay kabullenemezler. Kıyılara yaklaştıkça Yunan radyolarından rebetikolar duyar, Dilek Yarımadası'nda yabandomuzlarını elleriyle besleyebilirler. Yabani hayvanlara, yırtıcı kuşlara alışkındırlar. Onları hem sever hem de tehlike anında ne yapılması gerektiğini bilirler. Sığacık'ta olduğu gibi bir Osmanlı kalesi içerisine sığabilir, burada mütevazı bir yaşam sürebilirler. Müzik yaşamlarının ta içindedir, fakat Trakya'daki kadar belirgin değildir. Hemen her köyde bir bağlama ustası, akşamüstü sazı eline alıp, günbatımını karşılayabilir. Klarnetin sesini, bağlamanın tınısını severler.
Ege'ye dair en bilinen söylence, Yunan mitolojisinde yer alır. Efsaneye göre, Atina Kralı Pandion'un oğlu Aigeus'un Trozen ülkesi prensesi Aithra ile birleşir. Ona eğer bir oğlu olursa babasının adını bilmeden büyütmesini söyler. Doğan çocuk Atinalıların kahramanı Theseus'tur. Delikanlılık çağına geldiğinde kendisini babasına tanıtan Theseus bundan böyle kral olan babasının yanında, onun işlerine yardımcı olur. Bu işlerden biri de Girit Adası'ndaki insan bedenli, boğa başlı Minotauros'a her yıl yedi genç kız ve erkeğin gönderilmesine engel olmaktır. Theseus'un, Girit Adası'na gidip canavarı öldürme isteğine babası eğer zaferle dönerse beyaz yelken çekmesi şartı ile onay verir. Theseus, Minotauros'u öldürmesine rağmen dönüş yomda beyaz yelken açmayı unutur ve gemisinin kara yelkenle limana döndüğünü gören babası Aigeus da kendini denize atar. O günden beri bu denizin adı Aigeus Pontos yani Aigeus Denizi olarak anılır. Bu ad da Türkçeye Ege olarak yerleşmiştir.
...
...Egeli bilhassa aşka itina eder, saygı gösterir. İlişkilerini despotluk üzerinden kurmak yerine genellikle uzlaşmacı bir tavır sergiler. Çünkü kendi ifadeleri ile Ege insanı sabırlıdır. Zeytin zamanını bekler, üzümü bekler, tütünü bekler. Yazın gelmesini, turizm mevsiminin açılmasını bekler. Bu sabır sosyal sorunlarda da olumlu etki yaratır. Egeli, kin gütmez veya kendi kanununu kendisi koymaya çalışmaz. Kanun koyma dediğimizde akla gelebilecek en başına buyruk yaklaşım efeliktir belki. Ancak efelikte düşman devlet ya da doğrudan bireyler değil, halkın çıkarlarına ters düşen, halkı zorbalıkla güç durumda bırakan ve yoksulluğa iten güçlerdi. Devletten yardım görmeyen halkın içinden bazı sivrilmiş karakterler, dağlara çıkarak zenginden alıp fakire dağıtmış, haklıyla haksızı birbirinden ayırmıştı. Bu yüzden eşkıya değil, efe sayılmışlardı.
Girit doğumlu ve Ege tutkusu ile tanınan edebiyatçı Halikarnas Balıkçısı, şair Cevat Şakir Kabaağaçlı, zeybek sözcüğünün Lydia dilindeki "obekkos" "ibakhi" kelime köklerinden türediğini söyler. Avrupalıların "roi des montagnes" yani dağların kralı dedikleri zeybeklerin çoğunluğunun çobanlıktan yetişme olduğu söylenir. Egelilere "efe nedir" diye sorduğunuzda ise sözüne güvenilir, haksızlığa karşı gelen, baskı ve güçlüklere karşı durabilen, düşünerek hareket eden, kendini dağlara ve insanların daha iyi koşullarda yaşamasına adamış bir kahramandan bahsederler. Biri, bir kez efe oldu mu yaşamının sonuna kadar buna göre davranır ve bu şekilde anılır. Bir zeybek çetesindeki hiyerarşiye göre, efeden sonra başzeybek, ondan sonra da zeybekler gelir. Zeybek çetesinde mutlaka saz çalmayı bilen biri vardır ve dağdayken sazını yanında taşır. Ege halkı zeybekleri ve zeybekliği o kadar benimser ki, ünlü efeler adına türküler de söylemiştir. Osmanlı'nın son demlerinde 1895-1910 yılları arasında İzmir, Denizli, Ödemiş ve Muğla dağlarında hâkimiyet kuran Çakıcı ya da Çakırcalı Mehmet için söylenen "İzmir'in Kavakları", Kerimoğlu Eyüp için yazılan "Kerimoğlu" zeybeği bunlar arasındadır. Bunların yanı sıra, Beşparmak (Latmos) Dağları Çavdarlı Murat Zeybek, Aydın Dağları Yörük Ali Efe ile anılır. Az sayıda kadın efe de yetişmiştir bu topraklarda; Yörük Ali Efe'nin çetesine katılan Aydınlı Çete Ayşe bunlardan biridir.
Bugün Ege dağlarında zeybekler gezmese de, efelik ve zeybeklik Egeliler için hâlâ saygın bir kavram. Kurtuluş Savaşı'nda da önemli görevler üstlenen efeler ve zeybekler Ege kültürünün yapıtaşlarından biri. Egeliler çocuklarına daha çok küçük yaşlarda zeybek giysileri alıyor ya da diktiriyor, onlara zeybek oynamayı ve bir efenin nasıl yaşaması gerektiğini gösteriyorlar. Zeybeklerin hikâyelerini anlatıyor ve danslarını öğretiyorlar. Ege'nin çocukları, zeybek adımları ile yürümeye başlıyor bu yüzden. Zeybek aynı zamanda Ege Bölgesi'nin halk dansına da adını veriyor. Zeybek oyununda erkek, aksak ve ağır ritimler eşliğinde, adeta gezindiği dağları kucaklar gibi genişçe açıyor kollarını. Kıvrak ve ani dönüşler gerçekleştiriyor. Kim bilir belki de bu şekilde arkasından gelecek kurşunları kolluyor. Dizinin üstünde yere çöktüğünde de başını hep olduğu gibi yukarıda ve dik tutuyor.
...
...Ege'nin şairlere, sanatçılara ilham vermesi hiç de şaşırtıcı değil. Yalnızca kent yaşamının değil, sanatçıların da karmaşadan kaçış noktaları hep Ege'dedir. Manisa'da 1918'de doğan Şair İlhan Berk, Anadolu'yu gezerek geçen memuriyet yaşamının sonunda Bodrum'a yerleşti. Edebiyatta daha çok "gerçekçi" akımın ilgisini çeken Ege'nin toplumsal ve coğrafi dokusu, hayal edilebilecek kadar güzeldi. Yani bilhassa edebiyatçılar için Ege, hayal kurmaya gerek bırakmayacak kadar gerçekti. Bu nedenle de onun gerçekliği bütün yazarlarda ürkütmeyen ve anlatılası bir izlenim bırakıyordu. İlhan Berk, uzun doğa yürüyüşlerine çıkıyor, otları ve taşları daha yakından inceliyor, Bodrum Kalesi'ni gezerken kendini, hep özlemini çektiği ortaçağ şövalyelerinin arasında buluyordu. Bu gezintiler, kayboluşlar şiirlerine de yansıdı: "Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum" ya da "Duydum bir ot konuşuyordu, otlar, seslere inanırlar" dizelerinden başka, kahramanlar, Homeros, doğa olayları, Ege'ye özgü ne varsa şiirine konu olmuştu. Necati Cumalı, Attila İlhan, Cevat Şakir gibi isimler ister bu topraklarda doğsunlar isterse sonradan buralara yerleşsinler, üzerinde durdukları coğrafyanın büyüsünü aktardılar. Başka yerlerin şairleri Ege'yi hayal ederken, onlar bizzat o hayalin içinde yaşama imkânı buldular.
Cevat Şakir'in "Bir kolu Kartaca'da, öbürü kuzeyde, Roma'da biten verimli hilal" dediği Ege için, antik Mısır metinleri "denizin yüreğinde yaşayan insanların memleketi" der.
...
Latif Bir Aydınlık
İlkçağ ve ortaçağda Yunan halkları Anadolu üzerinden geçen iki yol ile Pers topraklarına erişiyordu. Ticaretin ve sosyal etkileşimin bu iki anayolundan biri Efes'ten biri de bugünkü Salihli yakınlarındaki Sardes'ten (Sard) başlıyordu. Bugün o tarihte de olduğu gibi zeytin, üzüm, tütün gibi birçok mahsulün yetiştirildiği Ege'de, mermer, linyit ocakları da hem yerel hem de ulusal ekonomiye katkı sağlıyor. Çanakkale Savaşı Mülâzımsanisi Mehmed Fasih Bey, cephede tuttuğu "Kanlısırt Günlüğü"nde, sık sık "latif bir aydınlıktan" bahseder. Egeli, dört mevsim bu latif aydınlığın içinde Anadolu'nun, denize genişleyerek ilerleyen topraklan üzerinde gerçekleşen Çanakkale Savaşı ve onun belki de önsözü olan Troia Savaşı'na sahip çıkar. Yine de dünya tarihinin bu iki büyük savaşının yorgunluğunu da üzerinde taşır. Bu aydınlık sayesinde, Ege'de karanlık bir yer bulmak, ya da kendinizi bir karanlığa hapsetmek çok kolay olmayacaktır. Bu aydınlığı doğrular nitelikteki bir başka kaynak da Sümerlerin Ege için yaptığı "deniz kenarındaki güneş bahçesi" tanımıdır.
...
...Sanata düşkün İzmir halkı, alışverişini pazardan yapmayı, zeytinyağını köylerden almayı, kordonda yürümeyi sever. İzmir Fuarı zamanında şehir, Türkiye ve dünya çapında konukları ağırlar, Ege'nin birçok kentinden ve kasabasından etkinlikleri izlemeye gelenler olur. Şehrin kendine has bir düzeni ve disiplini vardır, bu nedenle de saatler süren trafik kuyrukları ya da kavgalarına pek sık rastlanmaz. Sosyal verilere baktığımızda, Ankara'da 2003 yılında beş müze bulunurken bu rakam izmir'de dokuz, Aydın'da ise dörttür.
...
...Evliya Çelebi, İzmir'e 1671 yazında gelir. Burada gördükleri sonrasında, seyahatnamesinde şu notlan düşer: "Halkı zengindir, garip dostudur. Çuha ve kıymetli kumaştan elbise giyerler. Kadınları çuha ferace, başlarına ipekli takke giyer, üzerine de ince tülbent sararlar."
Bir Akşamüstü Sofrası
Gündüz ne kadar sıcak olursa olsun Ege'de akşamüstü imbat gelir ve dünya dertlerini uzaklaştırır gibi insana önce bir ürperti verir, sonra da karabiber ağaçları ile deniz kokusuna bulaştırır. Hiçbir sofradan karnınızda anlamsız bir şişkinlikle kalkmazsınız. Türk mutfağının ağır, yağlı yemekleri yerine Ege'nin kendine özgü, "hafif yiyecekleri vardır. Önce mezeler gelir sofraya. Deniz yosunları, yabani otlar, yöreye özgü peynirler ve bol zeytinyağı katılan bu mezeler, sıradan bir günde de hazırlanabilir, düğün, eğlence zamanlarında da.
...
...Egeliyi biraz da doğa yaratır. Otları tanır ve günlük yaşamında da kullanır. Egeliler yabani otların tadı ile büyür. Antik çağlarda da çeşitli otlardan yapılan reçeteler elden ele dolaşır, Ege'de yaşayan halklar, kendilerini bu şekilde iyileştirirdi. Sağlık yurdu Bergama Asklepionu, antikçağda her yıl yüzlerce insanın şifa bulmaya geldiği yerdi. Uyku, su sesi ve müzik ile şifa verilen hastalar, hekim Tanrı Asklepios'a adaklar sunarlardı. Ölüme çare bulduğu gerekçesi ile Zeus tarafından ölümle cezalandırılan Asklepios'un yazdığı son reçetede birçok hastalığa birden iyi gelen bir formül vardı ve ölümü sırasında bu reçeteyi elinden düşürdü. Üzerine düştüğü ot, sarmısaktı. Sarımsak bugün de kırsal bölge Egelinin yaralarına kullandığı bir tür antiseptik. Bir Rum fıkrası Egelilerin otlarla ilişkisinden bahseder. Fıkra, tarlasından otlanan keçilerle birlikte bir kadını da kovan yaşlı adamla ilgilidir. Adam bunun nedenini soran arkadaşına kovma gerekçesi olarak kadının Giritli olduğunu söyler. Arkadaşı bunun ne demek olduğunu kavrayamadan, yaşlı adam Giritlilerin keçilerden daha fazla ot topladığını söyler. Ege Bölgesi'nde de durum farklı değildir. "Keçinin yediği her otu toplarız" diye söze başlayan Muğlalı Sadike Kartal, yıllarca zeytin ve tütün işinde çalışmış. Zeytini sıktıktan sonra çıkan "poşu" ile de sabun yaptıklarını anlatırken içeriden birer kalıp da bize hediye ediyor. Afyon kaymağının lezzetli olmasının nedeni de yine bu otlardır aslında. Hayvanlar yaylalarda çok çeşitli otları yiyebildikleri için hem etleri hem de süt ürünleri bu doğrultuda farklı bir tat alır. Dağlardan toplanan otlardan ıspıt, kirişotu, kuzukulağı, helisotu, kuşotu, gelincik, dulavratotu, hindiba, melengeç yalnızca birkaç tanesidir.
Deniz mahsullerini de seven Ege halkı, göç mevsimlerini, balık türlerini çok sıradan bir bilgi gibi erken yaşlarda öğrenir. Kalamar, "karadiken" dedikleri denizkestanesi, ahtapot, midye gibi daha birçoklarını deniz onlara sunar. Hamur işlerinde "pişi", "boyoz" gibi kendilerine has tarifleri vardır. Özellikle Aydın'da yoğunlaşan toprak ağalarının sofraları çok sağlıklı ve rafinedir.
Velhasıl Egeli olmak, zamanı koluna takıp gezebilmektir biraz, otları, hayvanları, kendini tanımaktır biraz da. İnsanın sınırları zorlanmaz Ege'de. Kimse kimseye ayak uydurmaya çalışmaz. Herkes kendi kadar görünür, ne daha az ne daha fazla. Yaşamın sesi tam kararında açılmıştır. Orada hiçbir canlı, kendini öne çıkarmaya çalışmaz ve bir şey söylemek için sabırla sırasının gelmesini bekler. Egeli olmak, beklemeyi, tarihe sükûnet ve olgunlukla tanıklık etmeyi bilmektir. Önce düşünmek sonra hareket etmektir, efeliktir ■
2 yorum:
cok guzel anlatmis yavrum . egeyide cok ozlemissin belli . biz sansliyiz burada yasamakla opuyorum
evet, insan oradayken bilmiyor kiymetini -ben bilirdim gerci ;)-...
aslinda heryeriyle bir baska guzel ulkemiz, amma velakin...
Yorum Gönder